31 Mart 2016 Perşembe

RelaxHackTeam -Türkiye, Türklük ve Türk Tarihi Kategorisi- (RHT) YardımMerkezi

Türkiye, Türklük ve Türk Tarihi Kategorisi

Yüce Türk Irkı ve Türk Tarihi...


Türkler Hakkında Söylenmiş Sözler

Türkiye, Türklük ve Türk Tarihi

Türkler Hakkında Söylenmiş Sözler #RelaxHackTeam


''İnsanlari yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir lakin mağlup edilemezler"
Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru

"Türklerden bahsediyorum... Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur."
Tasso - İtalyan Şair

"Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz."
William Martin

"Irk ve millet olarak Türkler bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini sosyal ve örfi faziletleritarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır."
Lamartine-Fransız Yazar şair ve Devlet adamı.

"Poltava'da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su ardımda düşman tepemde cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak düşman beni parçalamak güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim Türklerin esiriyim. Demirin ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin asaletin nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap bu kadar asil bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak bilsen ne kadar tatlı."
Demirbaş Şarl -İsveç Kralı (Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)

"Türkler ölmeyi biliyorlar hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular kurmak ve bu orduları ölüme sürüklemek mümkün. Bu imkanlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat meydana getirdiğim orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları!
Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil onların tarihini de yenmek lazım. Bu durumda ben Türklerin düzinelerle milleti idare etmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyor fakat kazandıkları zaferleri ruhlara ve nesillere nakşedebiliyorlar."
M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan)

"Seceat ve cesaret bakımından Türklerden üstün; büyük hedeflere ulaşmak bakımından da onlardan dirayetli hiç bir kavim yoktur. Cenab-ı Hak onları aslan sıfatında yaratmıştır."
İbn-i Hassul

''Türk asillerin asilidir. yapma olmayan gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir.''
Pierre Loti

''Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk bu zekasıyla zafer kazanır uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa'nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.''
Çarnayev(Rus Komutan)

''Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür.''
Moltke

''Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.''
La Martine

''Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.''
Towsend (İngiliz Komutan)

''Doğulu önderler milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar: iyi yola gotürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla özellikle Türklerde göze çarpıyor.''
Auguste Comte

''Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.''
Lady Mary Wortley Montagu

''Türk'ün güzel yüzünü kuvvetli endamını pırıltılı kostümünü zarif tavırlarını kibar gülüşünü aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan Türk'ün özünü göstermektir. Bu öz ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez.''
Decamps (fransız ressam)

''Türkler yaman binicidirler. Türkler hücumunda düşmanı bir yaprak gibi çevirip bozarlar.''
Câhiz (Arap Bilgini)

''Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler basit düşünceler yoktur.''
Semame İbn-i Eşreş (Arap Bilgini)

''Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler.''
Comenius (Çek Bilgini)

''Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.''
William Pitt (İngiliz Devlet Adamı)

''Türk Heredot'tan Tevrat'tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur.
Sadelik içinde görkemi sükunet içinde ihtişamı tahakküm kabul etmeyen bir
yüreklilik alabildiğine geniş bir fetih aşkı sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür.''
(Ünlü Tarihçi) Hammer

''Türkler kahramadırlar dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz sözünden dönmez iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.''
Comenius (Çek Bilgini)

''Türkler muhakkak ki Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir.''
Kayzerling

''Her Türk'ün bakışında silahın ruha verdiği güveni görmek mümkündür. O hayata ve olaylara güvenle bakmayı öğrenmiştir.''
Molkte

''Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk'ün eli yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.''
Lord Byron

''Türk korkmaz korkutur. Bir şey isterse onu yapmadıkça vazgeçmez. Hangi işe el atarsa başarır.''
Semame İbn-i Eşreş

''Türkçeyi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk'ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman ışığı örten zevksiz bir perde oluyor.''
Gelland (Fransız Bilgini)

''Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder.''
Albert Einstein

''Artık Türklerle savaşmam. Onlar çok cesur ve iyi insanlar.''
Andreas Phitiades

''Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar diğeri Türkler.''
Albert Sorel

''Türk toplumunda kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez.''
Baron Büsbek

''On ulusun on yiğit adamının gücü tek bir kimsede toplansa yine bir Türk'e bedel olmaz. Türklerin en çok konuştuğu şey savaştır zaferdir. Eğlenceleri ise attır silahtır. Türklerin doğrulukları ve namuslulukları ne kadar övülse yeridir.''
Charles Mcfarlene

''Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir.''
Donaldson

''Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler.''
Donaldson

''Türklerle dost ol ama düşman olma.''
Gianni de Michelis

''Dünyada Türklerden başka hiçbir ordu bu kadar süre ayakta duramaz.''
Hamilton

''Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur.''
Hamilton

''Türkler devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadır. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler ve korkunç saldırışlar arasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenliklerini yaratmışlardır.
Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler vardır ki uygarlık için birer süs olmaktadır.''
Hammer

''Çanakkale'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim.''
Sir Julien Corbet

''Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız.
Yalnız ona iyi bir komutan gerektir.''
Mulman

''Toplumsal düzenin Türkler arasında kurmuş olduğu ilişkilerin hepsinde temiz yüreklilik ve iyi niyet hakimdir. Vatandaşların birbirlerine karşı borçlu oldukları işlemleri yapma ve yerine getirmeleri için başka ülkelerde olduğu gibi senetleşmeye yani yazılı belgeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların övülmeye değer hallerinden biri de verdikleri söze genellikle sadık kalmaları ve karşılarındakini aldatmaktan güveni suistimal etmekten çekinmeleridir.''
Monradgea D'ohsson

''Kendi ulusuna karşı bu kadar dürüst ve cömert olan müslüman Türkler hangi mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler. Bu noktada müslümanla müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler.''
Monradgea D'ohsson

''Türk'ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türk'ün vakur kalışı kuşku yok ki körlerin gerçeği eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.''
Pierre Loti

''Türk'ün ahlaki seciyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil çevrelerinde fenalık görmemek suretiyle oluşur.''
Thomas Thorsten

"Türklerin ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi eski ışığını bulacaktır."
Feldmareşal von Moltke -Alman Genelkurmay Başkanı

"TÜRKLER SİZE DOKUNMADIKÇA SİZ DE ONLARA SAKIN DOKUNMAYIN."
Hz. Muhammed

"Hz.Peygamber Miraca çıktığında yeryüzünde sonsuz atlılar görür ve Cebrail 'a sorar;
Ey Cebrail bunlar kimlerdir ?
Cebrail cevap verir:Bunlar Türklerdir , sizlerden sonra müslümanlığı koruyup kollayacak milet işte bunlardır......."



Dünya'daki Türk Toplulukları

Türkiye, Türklük ve Türk Tarihi

Dünya'daki Türk Toplulukları


Afganistan Türkleri
Nüfusları 1.800.000 civarında olup yaşadıkları şehirler* Farab* Belh* Samangan* Kunduz* Tahhar ve Bedahşan'dır. Bunlar Özbekler* Türkmenler* Kazaklar ve Kırgızlar olarak alt gruplara ayrılmış olup sürekli bir iç savaşın yaşandığı ülkede durumları belirsizdir. Ancak Özbek General Raşid Dostum komutasındaki Özbekler* Taliban vb. gruplara karşı mücadele vermektedirler.

Afganistan'da Türk dilini konuşanlar genel nüfusun % 10'unu kapsarlar. Türkçe burada üçüncü sırada dil grubudur. Afganistan'da sağlıklı bir nüfus sayımı yapılamadığı için verilen değerler tahminidir. Afganistan'daki Türk grupları şunlardır;

Özbekler: Afganistan'da* Farab* Belh* Mezar-ı Şerif* Samangan ve Kunduz'da yaşamaktadırlar. Sayıları 1 ile 1.5 milyonu bulduğu sanılmaktadır. Çiftçilikle ve hayvancılıkla uğraşırlar.

Türkmenler: Ülkenin Kuzeybatısında yaşarlar. Tahmini sayıları 200 bin civarındadır. Bunlar Teke* Şalar* Sarık* Çekra* Mavrı* Tarık aşiretleridir. Genellikle göçer vaziyette yaşamaktadırlar.

Kırgızlar: Afganistan'ın kuzeybatısında Tahhar ve Bedahşan bölgelerine yerleşmişlerdir. Sayıları 90 bin civarındadır. Büyük çoğunluğu hayatlarını göçebe olarak sürdürmektedirler.
Kazaklar : Sayıları azdır. Tamamı göçebe olarak yaşarlar. Çin bölgesinden göçebe olarak geldikleri zannedilmektedir.Afganistan'da Türk dili konuşanların okuma-yazma oranları çok düşüktür. Ekonomileri pamuk ve şeker pancarına dayanmaktadır. Ayrıca hayvancılık önemli bir yer tutar. Karakul koyunu ve el halıcılığı revaçtadır.




Ahıska Türkleri
1578 yılından 1828 Rus işgaline kadar Anadolu'dan bölgeye yerleştirilen ve Anadolu Türklüğü'nün ayrılmaz bir parçası olan Ahıska Türkleri'nin asıl vatanı bugünkü Gürcistan Cumhuriyeti'nin toprakları içinde kalan ve Türkiye ile komşu olan Ahıska* Ahılkelek* Aspinza* Adıgen ve Bogdanovka vilayetleridir. Buraya yerleşen Türkler'e Ahıska Türkleri denmesinin sebebi ise bu vilayetleri içine alan bölgenin coğrafi isminin Ahıska olmasından ileri gelmektedir.


Son 70 yılda 3 defa sürgüne uğrayan ve 1944 yılında kanlı diktatör Stalin'in hışmına uğrayan ve sürgüne tabi tutulan bir Türk grubu da Ahıska Türkleri'dir. Ahıska Türkleri bu kanlı sürgünde SSCB'nin birçok bölgelerine dağıtılmışlar ve binlerce şehit vermişlerdir. 
Ahıska Türkleri bugün 13 Cumhuriyetin 264 değişik bölgelerinde yaşamaktadırlar. Rusya Federasyonunu 28 yerleşim biriminde 70 bin* Kazakistan'da 145 bin* Azerbaycan'da 106 bin* Kırgızistan'da 57 bin* Özbekistan'da 30 bin* Ukrayna'da 18 bin* Türkiye'de 200 bin* çeşitli ülkelerde 3000 olmak üzere 629 bin Ahıska Türkü yaşamaktadır.. Bunların sosyal* kültürel ve eğitimle ilgili pek çok problemleri mevcuttur.



Bulundukları ülkelerde oluşturdukları kültür merkezlerinde Ahıskalılar kimliklerini koruma mücadelesi vermektedirler.Özbekistan* Kazakistan ve Kırgızistan'da Ahıska Türklerinin kurduğu çok sayıda Türk Kültür Merkezinde bu çaba gösterilmektedir.Özbekistan'da bulunan Ahıskalılara ait kültür merkezi* Özbekistan Medeniyet Vakfı bünyesinde 1992 yılı başında "Türk Medeniyet Merkezi" adı ile kurulmuştur. Merkezin başında Dr. Ömer Salman bulunmaktadır. Kazakistan Ahıska Kültür Merkezi 1991 yılında Dr. Tevfik Kurdayev Haşimoğlu tarafından Almatı'da kurulmuştur. Merkezde Türkçe* din bilgisi gibi dersler verilmektedir. Ayrıca merkez* Türkiye'den Kazakistan'a giden Türk vatandaşlarına da kapılarını açmaktadırlar.Kırgızistan'da bulunan Ahıska Türkleri tarafından 1991 yılında kurulan Türk Medeniyet Merkezi'nin başında eski milletvekili İzzet Maksudov bulunmaktadır. Bu üç merkezin stratejik açıdan önemleri çok büyüktür. Türk* Kazak* Kırgız* Özbek kardeşlikleri arasında nifak tohumları ekmek isteyenlere karşı bu merkez mühim görevler üstlenebilecek yapılanmalar haline getirilebilir.

Ahıska Türkleri'nin neden sürgüne tabi tutuldukları tam 47 yıl gizli tutuldu. Gerekçe olarak bu 47 yıl boyunca ileri sürülen ise yalnızca tahmin edilen* varsayılan gerekçelerdi... 1991 yılında sürgünle ilgili belgelerin önemli ölçüde yayınlanmasıyla konu açıklık kazandı. SSCB'nin Halk İçişleri Komiseri Gürcü asıllı Lavrentiy Beriya* savaş sebebiyle bütün yetkileri elinde toplayan Devlet Savunma Komitesi Başkanı Gürcü İ. V. Stalin'e gönderdiği teklif niteliğindeki mektubunda (24 Temmuz 1944) "Gürcistan SSC'nin Türkiye sınırlı bölgelerinde oturan Türk nüfusun önemli bir kısmı yıllardır Türkiye tarafındaki akrabalarıyla temas etmek suretiyle muhaceret eğilimi içerisinde olup* kaçakçılık yapmakta* Türk istihbarat organları için casus angaje etme kaynağı oluşturmakta ve eşkiyaya insan gücü temin etmektedir" diyerek* bu sebeple 16700 hanenin (86 bin kişilik nüfus* bazı kaynaklarda bu rakam 91 bin olarak ifade ediliyor* ayrıca 40 bin kişi de askerde) Ahıska bölgesinde Orta Asya'ya sürülmesini ve bunların yerine de Gürcistan'ın toprak sıkıntısı çekilen kazalarından 7000 Gürcü hanenin iskan edilmesini teklif ediyordu. 

Bu teklifini bir hafta sonrasında Stalin tarafından imzalanan yukarıda zikredilen tarih sayılı Devlet Savunma Komitesi Kararıyla da "sürgün" başlıyordu. İşin ilginç tarafı Beriya'nın hazırladığı gerekçeli teklif ile Stalin'in imzaladığı gerekçeli kararın aynı ifadelerden oluşmasıydı. Şüphesiz ki bütün bunlardan daha ilginç olanı gerek teklifte* gerek kararda yer alan iddiaların gerçek dışılığı ve ciddiyetten uzaklığıdır.

Türk toplulukları içerisinde kendi yönetimi olmayan tek Türk topluluğu olan Ahıska Türkleri kendi okulları ve yayın organları yoktur. Yeni yeni kültür merkezleri* dernek veya cemiyet kurmaya başlamışlardır. Geniş bir alana sürüldükleri halde Türklüklerinden hiçbir şey kaybetmemişler* bugüne kadar Türk adını şan ve şerefle yaşatmışlardır.

Dede Korkut Kitabı'nda "Ak-Sıka" (Ak Kale)* 481 yılına ait kayıtlarda "Akesga" adlarıyla anılan eski Oğuzlar beldesi Ahıska* Gürcüce "Yeni Kale" anlamına gelen Ahal-Thise'nin Türkçe ve Farsça şekli olarak da yorumlanmaktadır. İslamın ilk fetihleri esnasında Hz. Osman'ın hilafetine rastlayan dönemde Şam valisi Muaviye'nin kumandanlarından Habib b. Mesleme tarafından ele geçirilen Ahıska* 1267-68 yıllarında da Moğolların hakimiyeti altına girmiş* daha sonraki yıllarda bölgenin yarı bağımsız valileri "Atabeğ"ler tarafından yönetilmiştir.

Ahıska* Atabeğleri Lala Mustafa Paşa'nın* Çıldır Savaşı (1578) sonunda Osmanlı idaresine girdiler. Son atabek Minüçihr Osmanlı'ya bağlılığını bildirerek müslüman oldu ve Mustafa Paşa adını aldı. Bu tarihten sonra Ahıska yeni kurulan Çıldır eyaletinin merkezi haline getirildi ve tahriri yapıldı. Ancak* Çıldır'ın savaşlarda harap olması üzerine Ahıska eyalet oldu* bir ara Safevilerin de eline geçen şehir* 1635 yılında tekrar Osmanlı hakimiyetine girdi. 1828 yılında Rusların idaresine girinceye dek tam 250 yıl Osmanlının serhat şehri olarak kalan Ahıska Türkiye sınırlarından kopunca bu bölgede yaşayan Serhat Türklerinin kötü talihi de işlemeye başladı. 

1853-1856 Osmanlı-Rus savaşı esnasında bir kısım Ahıskalı Osmanlı ordusuna yardımcı oldukları gerekçesiyle üzerlerinde yoğunlaşan baskılardan kaçarak Erzurum'a sığındılar. Yine bu savaş sonrasında Kars'ın Osmanlı sınırlarından koparılmasıyla Ahıska Türkiye sınırından bir hayli uzakta kaldı. Bu dönemde Kuzey Doğu Anadolu'dan Ahıska bölgesine doğru bir Ermeni göçü yaşandı.




Balkanlarda Yaşayan Türkler
Türkler'in Balkanlara yerleşmesi çok eski tarihlere dayanmaktadır. Türkler Balkanlar'a iki ayrı yoldan gelmişlerdir. Birincisi Hazar Denizi-Karadeniz kuzeyinden* ikincisi ise güneyden Anadolu üzerindendir.
Balkanlar'a gelen ilk Türk kavimleri MS 300 yıllardan itibaren Karadeniz'in kuzeyden geçerek bölgeye yerleşmişlerdir. Bunlar Oğur (Utrugur* Kutrugur)* Bulgar* Peçenekler* Oğuzlar* Kumanlar (Kıpçaklar) gibi Türk boylarıdır. Ancak bu Türk kavimlerinin büyük bir çoğunluğu hıristiyanlığı kabul ederek Slavlaşmışlardır. Sayıları yediyi bulan bu Türk boyları tarihçiler tarafından "Kayıp Türk Kavimleri" veya "Asimile Kavimler" "olarak adlandırılmıştır. Tarihçilere göre Orta Asya'daki göçebe hayatını devam ettiren* bir türlü yerleşik ve organize olmayan bu boyları birbirleri ve/veya bölgedeki Bizans* Slav* Lâtin vb. gruplarla girdikleri amansız çatışmalar* özellikle Slav ve Bizanslıların ideolojik baskıları sebebi ile kimliklerini kaybetmişlerdir.

Balkanlar'a giren ikinci Türk kuşağı ise Anadolu üzerinden olmuştur. Orta Asya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Türkler* Osmanlı Beyliği zamanında Çanakkale boğazını geçerek Balkanlar'a ayak basmış* 1526 yılında kazanılan Mohaç zaferi ile Balkanlar'da kesin ve mutlak Türk egemenliği başlamıştır. Anadolu'dan seçme aileler Batı Trakya* Bulgaristan* Makedonya* Eski Yugoslavya ve Romanya'ya yerleştirilmiştir. XIX.nci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamaya başlaması ile Balkanların yavaş yavaş yitirilmesi ve 1830 yılında Yunanistan'ın* 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan* Romanya ve Karadağ'ın bağımsızlığının kabulü* 1909 yılında yapılan Petersburg anlaşması ile Bulgaristan'ın* 1911-12 Balkan Savaşı esnasında Arnavutluğun bağımsızlığını kazanması sonucu Balkanlar Türk hakimiyetinden çıkmıştır.

Özellikle 1830 yıllarından sonra Balkanlar Türk insanı mezbahası haline gelmiş* Türk şehirleri yakılıp yıkılmış* Türk mal varlığı yağmalanmış* Anadolu'ya akın akın göç başlamıştır. Bütün bunlar sonucu Türkler Balkanlarda kimliklerini muhafaza etmeye çalışan azınlık haline düşmüştür.




Batı Trakya Türklüğü
Balkanlardaki Türk Kültürel varlığı şu andaki bilgilerimizin ışığı altında milattan hemen önceki yıllara kadar uzanmaktadır. Bundan önceki dönemlere ait bir takım veriler son zamanlarda ortaya çıkmakla beraber kesin bir değerlendirme yapabilmek için yeterli görülmemektedir. Balkanlardaki Türk kültürel varlığı iki koldan gerçekleşen kitlevi göçler sonucunda oluşmuştur. Kuzeyden Onogur-Bulgar* Peçenek* Uz* Kuman-Kıpçak göçleri* güneyden de Oğuz Türklerinin göçleri ve yerleşmeleriyle Balkanlar Türkleşmeye başlamış* 14 ve 15. y.y. da tamamen Türk kültürünün hakim olduğu bir bölge haline gelmiştir.
Bundan daha sonraki gelişmeler sonucunda Balkanlardan bir med-cezir hareketi gibi bir çekilme söz konusu olmuş* dünyadaki değişmeler* gelişmeler* kuzeydeki Slav kültürünün gelişmesi ve buradan gelen baskı ve çatışma* hem de politik mücadeleler ve aynı zamanlarda büyükçe bir sömürge imparatorluğu kurmuş olan İngiltere'nin baskıları arasında kalma sonucunda Balkan savaşına kadar Osmanlı adım adım geri çekilerek bugünkü Türkiye sınırlarına kadar ulaşmıştır. 1912-1913 yıllarından sonraki gelişmelerle de son sınırlar çizilmiş* bununla beraber Türk kültürel varlığı bölgedeki hem Oğuz hem Kıpçak Tüklerinin bakiyeleri şeklinde hayatlarını devam ettirmektedir. 
Tabii bunların bir kısmı Türkiye üzerinden göçerek Balkanlarda iskan edilen Evlad-ı Fatihan torunları* Oğuz Türkleridir. Diğerleri de yine kuzeyden gelerek yerleşen* Onogur-Bulgar* Peçenek* Uz* Kuman-Kıpçak Türkleridir. Bütün bu Türkleridir. Bütün bu Türk toplulukları günümüzün Türk kültür varlığını teşkil etmekle beraber aralarındaki çok küçük farklılıklar* içinde yaşadıkları kültürlerin yöneticileri tarafından kullanılarak birbirlerine düşman edilmeye de çalışılmıştır.
1950'li yıllardan sonra Türkiye'deki siyasal değişime paralel olarak uygulanan yanlış politikalar sonucunda Balkanlardan Türkiye'ye göçler büyük ölçüde devam etmiş* göçmenleri oy deposu olarak gören bütün siyasi partiler belki de bilmeden Balkanlarda Türk kültür varlığının budanmasına* azalmasına yol açmışlardar. Bütün bu gelişmelere rağmen* yine de Türkve Müslüman kültürel varlığı Balkanlarda aşağı yukarı 12 milyonluk bir nüfusu oluşturmaktadırlar.
Günümüzde* Balkan ülkelerindeki Türk kültür evleklerinin yukarıda kısaca anlatılmaya çalışılan özellikleri sebebiyle teker teker ele alınarak değerlendirilmeleri de bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. Son 60-70 yıllık dönem içinde Balkan ülkelerinin büyük bir çoğunluğu komünist rejim baskısı altında kültürel açıdan deforme olmuş* bunun dışında kalan Yunanistan ise* Batı Bloku'na dahil olmasına rağmen* daha acımasız asimilasyon politikalarını uygulayarak Türk varlığının demografik verilere göre: normal nüfus artışıyla 500-600 bin kişiyi bulması icabederken* günümüzde 120 bin civarında bir Türk kültür varlığı Batı Trakya bölgesinde kalmış durumdadır. Bu da; iki farklı ekonomik politikaya sahip olan kültürlerin bir noktada birleştiğini gösteriyor. 
Kültürel açıdan her iki rejim de aynı şekilde asimilasyon politikaları uygulanmıştır. Yunanistan'nın uyguladığı asimilasyon politikaları daha ziyadre psikolojik olarak yıldırma* güven duygusunu azaltma* insanlar arasındaki güvensizliği aşılama* yaygınlaştırma ve bu şekilde göçe zorlama şeklinde olmuştur. Buradaki soydaşlarımızın büyük bir kısmı Türkiye'ye diğer bir kısmı da Avrupa'nın değişik yerlerine ve bunun dışında kalan bir kısmı da Avustralya'ya yerleşmek* göç etmek zorunda kalmışlardır. Buradaki kültürel kimlik savaşı halen devam etmektedir. Bölgede kurulmuş olan hükümet dışı organizasyonların isimlerindeki Türk ismi* son yıllarda kaldırılmış* buradaki bütün hükümet dışı kuruluşlar* gönüllü kuruluşlar baskı altında varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Ayrıca* buradaki bütün soydaşlarımızın devlet memuriyetleri dahi engellenmekte* "Dikatsa" adı verilen kuruluş tarafından diploma denklikleri ve çalışma izin belgeleri soydaşlarımıza verilmemektedir. Buna bağlı olarak Türkiye'ye doğru yönelmiş olan göç* hızlanmaktadır. Eğitim de bu göçü hızlandırıcı bir faktör olarak yer almaktadır. Yunanistan'daki liselerde ve üniversitelerde okuma imkanları elinden alınan soydaşlarımız büyük ölçüde Türkiye'ye göç ederek* gelecekleriyle ilgili eğitim imkanlarını pekiştirme çalışmaları içindedirler. Bu da tehcir ve asimilasyonunun bir başka yönünü teşkil etmektedir.
Lozan antlaşması (1923)* Türk-Yunan Kültür antlaşması (1951)* Türk-Yunan Kültür Protokolü (1968) başta olmak üzere en son AGİT tarafından kabul edilen Paris Şartı(1991) ve diğer deklerasyonlar gibi çeşitli milletlerarası hukuk belgesi tarafında güvence altına alınan ekonomik* sosyalve kültürel hak ve satatüleri itibariyle* Batı Trakya Türkleri* milletlerarası hukuk kuralları yönünden bir "etnik"* yani milli "azınlık grubu" dur. Söz konusu hak ve statülerinin gasp ve ihlal edilmesi* kısaca "azınlık" haklarının yanında "insan" ve "vatandaş" haklarından mahrum bırakılarak baskı ve ayrımlara tabi tutulması ise* bu grubun sosyolojik manada da etnik "azınlık grubu" statüsünde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Çünkü* Louis Wirth'in de ifade ettiği gibi* fiziki ya da kültürel karakteristikleri sebebiyle ayrımcı ve eşit olmayan muamelelere hedef olan* tecrit edilen* bu sebeple de kendilerine kollektif ayrımcılığın özneleri olarak gören/diğerleri tarafından böyle görülen insan kategorisi* sosyolojik manada "azınlık" demektir. Herhangi bir ülkede etnik* dini veya ırki bir grup hakkında böyle bir tanımın geçerli olması* o grubun diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olmadığına delalet etmektedir. Yunanistan'da* Batı Trakya Tüklerinden başka Makedon* Arnavut* Ulah gibi "dini" grupların da sosyolojik manadaki "azınlık" statüsüne tabi oldukları gözönüne alındığındı* bu ülkedeki "demokrasi ve insan hakları" probleminin ne boyutta olduğu açıkça ortaya çıkar.
Batı Trakya Türkleri'nin birçoğu kronikleşen ve artık toplum yapısını dezorganizasyona çözülmeye* dağılmaya uğratma yönünde sosyal ve kültürel etkilerde bulunan* bu itibarla da acil olarak çözüme kavuşturulması gereken başlıca problemleri ana hatları ile şöyle özetlenebilir;
Türk azınlığa yönelik Yunan politikasında başvurulan şu dört yol ya da yönteme dikkat çekmek gerekmektedir. Kısaca Yunanistan;
a) İkili ve çok taraflı milletlerarası hukuk belgelerini doğrudan ihlal etmektedir.
b) İkili ve çok taraflı milletlerarası hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygun olarak daha önce çıkardığı kanun* karaname* yönetmelik* tüzük vb. iç hukuk düzenlemeleri iptal etmekte ve maksada uygun madde değişikliklerine giderek sözkonusu belgelerin hükümlerine ve ruhuna aykırı hale getirmektedir.
c) Boşluk olan yerlerde* ihlal ve gaspları temin eden yeni iç hukuk düzenlemelerine başvurmaktadır.
d) Daha önce ve özellikle de iç savaş (1945-1949) yıllarında kuzeyde gerilla savaşı yürüten gruplara* bağımsız Makedonya mücadelesi veren Makedonlara ve İtalyanlar ile birlikte ülkenin orta kesimlerinde bir Ulah devleti kurma savaşı veren Ulahlar'a ve bunların mal varlıklarına karşı çıkarılmış olan iç hukuk düzenlemelerini Türk azınlığa yöneltmektedir.
Batı Trakya Türkleri'nin başlıca resmi temsil organı statülerine sahip olan 3 müftülük (İskeçe* Gümülcine ve Dimetoka) makamı* bilindiği gibi "kukla müftüler" tarafından işgal altında tutulmaktadır. İşgale ilişkin senaryo* Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa'nın 1984'te* İskeçe Müftüsü Mustafa Hilmi'nin de 1990'da vefatı üzerine uygulamaya konmuştur. Ortaya çıkan durum üzerine gerek İskeçe'de ve gerekse Gümülcine'de azınlık organlarının girişimi üzerine* 2345/1920 sayılı kanunun hükümlerine ve ruhuna uygun olarak camilerde seçim yapılmak suretiyle Mehmet Emin Aga* İskeçe* İbrahim Şerif Gümülcine müftüsü olarak resmi makamların onayına sunulması ihtilafına* her iki makam da kukla müftüler olarak bilinen Mehmet Emin Şinikoğlu ve Meço Cemali tarafından doldurulmuştur.
Yukarıda izah ettiğimiz gibi* Yunan devleti* azınlığın en önemli kurumları olarak bilinen müftülükler üzerindeki bu haksız tasarrufu* 2345/1920 sayılı "Müftüler ve Başmüftü Seçimiyle* İslam Cemaatlerine Ait Evkaf Gelirlerinin Yönetilmesine Dair Kanun"'u iptal ederek* yerine 182/1991 sıyılı "Müftülük Müessesesi ve İlahiyat Okulu Kurulmasına Dair Esasları Düzenleyen Kanun Hükmünde Kararname'yi getirmek suretiyle gerçekleştirmiştir.
Azınlık iradesinin hilafına gerçekleşen müftülük problemi* 182/1991 sayılı yeni düzenlemenin* azınlığın hak ve statülerini güvence altına alan milletlerarası nitelikteki hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygun olmadığına açıkça delil teşkil etmektedir.
Çünkü* Tük azınlığın* diğer problemleri hakkında da geçerli olan bu durum Lozan antlaşmasının "Azınlıkların korunması bölümü"ndeki en can alıcı maddeyi teşkil eden 37. Madde tarafından adeta yasaklanmaktadır. Yunanistan'a uyarlandğında* bu ülkenin şöyle bir yükümlülükle karşı karşıya olduğu açıkça görülmektedir.
"...Yunanistan* 38. Maddeden 44. Maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel kanunlar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun* hiçbir tanınmasını ve hiçbir kanunun* hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir."
Kaldı ki* bu ülkenin At'ye üyeliğinde esas teşkil eden Yunan Anayasası'nın (1975) 28. Maddesi de* sözkonusu yükümlülüğü daha genel manada pekiştirmekte ve teyid etmektedir.
Buna göre Yunanistan;
"...Devletler Hukuku genel ülkelerinin ve onaylanak yürürlüğe giren uluslar arası anlaşmaların* Yunan milli hukukunun bir parçası olduğunu ve kendilerine ters düşen kanun hükümlerine nazaran önceliğe sahip bulunduklarını..." kabul etmektedir.
Cemaat İdare Heyetleri (CİH)ne gelince* müftülükler bünyesinde* azınlık vakıf mal ve mülklerinin idaresinden sorumlu olan bu kurallara yönelik çirkin Yunan emellerine dair ilk müdahale çok erken yıllarda daha 1946 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu yıl işbaşına gelen Panagi Ksaldaris hükümeti İskeçe'deki Cemaat İdare Heyeti'ni dağıtmış* yerine 1950 yılına kadar görev yapacak olan "işbirlikçi" bir komisyon atamıştır. 
Türkiye ile Yunanistan arasındaki temkinli olmakla birlikte başlayan yakınlaşma politikası* 1960 ve 1964'teki ertelemeler hariç* CİH seçimlerinin 1967'ye dek düzenli olarak devam etmesini sağlamıştır. Müdahaleler* 1967'de işbaşına gelen Albaylar Cuntası tarafından yoğunlaştırılmıştır. Cunta idaresi* bir yandan "Türk" ibareli okul levhalarını yerinden sökerken* diğer yandan da CİH'ni dağıtmaya* 20 küsur yıl sonra yerlerini alacak olan " kukla müftüler"e hazırlık mahiyetinde "kukla CİH" atamaya başlamıştır. Bu çerçevede* Dedeağaç'taki müftülük makamının münhal bulunmasından istifade ederek "Dedeağaç'ta müftülük bulunmadığı" gerekçesiyle* burada görev yapmakta olan CİH'nin lağvedildiğini duyurmuştur.
CİH konusunda şunu ilave etmek gerekmektedir ki* Tükler'in daha yoğun olarak yaşadıkları Gümilcine'deki kukla CİH'nin kukla Başkanı Hafız Yaşar adı* Türk azınlık arasında "baş hain" sıfıtı ile özdeşleşmiştir. Şu kadarını söylemek gerekirse* onun tayin edildiği dönemde Başkanlığını yaptığı CİH tarafından işletilen öğrenci yurdundaki 79'u fakir 113 öğrenciye azınlığın hali vakti yerinde aileleri tarafından yapılan yardım durdurulmak zorunda kalmıştır.
Ezcümle* müftülükler gibi* Batı Trakya'daki CİH de bugün kukla üyeler ve başkanları tarafından idare edilmektedir. Gümülcine CİH'nin başı ise Hafiz Yaşar'ı aratmayacak keyfiyete ve yetki genişliğine sahip Abdülhalim Dede tarafından doldurulmuş bulunmaktadır.
Batı Trakya Türkleri arasında Lozan antlaşmasının hemen akabinde ortaya çıkan "Türk" adı altındaki birlikler-dernekler; Türk azınlığın daha çok erken yıllarda TC Devleti'ndeki oluşuma paralel olarak "ümmet" değil "millet" şuuru taşıdığına ve bu şuura istinad eden bir sosyo-kültürel değişme sürecine girdiğine delil teşkil etmektedir. "Ümmet" şuuru esasına dayanan birliklere-derneklere azınlık arasında gösterilen cılız itibar giderek tamamen ortadan kalkar ve bu fikir sahiplerinin birçoğu "millet" şuurunu benimserken* 1927'de ortaya çıkan "İskeçe Türk Birliği"* onu 1928'de izleyen "Gümülcine Türk Gençler Birliği" ve 1936'da kurulan "Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği"nin* sosyal ve kültürel fonksiyonları vasıtasıyla azınlık arasında toplumsal birlik ve bütünleşmenin gelişmesinin gelişmesine yaptıkları katkılar inkar etmek mümkün değildir. İşte bu önemli fonksiyonları itibarıyla üç kardeş olarak bilinen bu birlikler-dernekler aleyhindeki ilk Yunan işlemi 1984 yılında başlatılmış* 1988 yılında da varlıklarına resmen son verilmiştir.
Seneryo* önce bu derneklerin isimlerinde yeralan "Türk" ibaresinin "Batı Trakya'da Tük vatandaşları bulunduğuna dair izlenim verdiği" gerekçesiyle kaldırılması (Kasım* 1984)* ardından "zararlı faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle kapatılması (Mayıs* 1985) istemiyle Gümilcine Valisi N. Papadimas tarafında davalar açılması suretiyle uygulamaya konmuştur. Bilindiği gibi* nihai temyiz mahkemesi niteliğindeki Yunanistan Yüksek Mahkemesi (Areios Pagos) 20 Kasım 1987 tarihinde "Batı Trakya'da Türk olmadığı" (başlangıçtaki gerekçe bu şekle dönüştürülmüştür) gerekçesiyle üç birliğin-derneğin isimlerindeki "Türk" ibaresinin kullanılmasının yasaklanmasına ve 5 Ocak 1988 tarihinde de bu birliklerin-derneklerin "zararlı faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle kapatılmasına dair mahkeme karalarını onaylamıştır. 
Bilindiği gibi* Batı Trakya'da Türk varlığını ve bu varlığın 1927'den itibaren uluslar arası hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygunluk arzeden Yunan kanunlarına göre sosyal ve kültürel faaliyet gösterdiğini inkar anlamına gelen bu iki karar* azınlık tarihinde ilk kez Türklük mitinginin düzenlenmesine ( 29 Ocak 1988) vesile teşkil etmiştir. Yine çok iyi hatırlanacağı üzere* Türklük mitinginin 2. Yıldönümü olan 29 Ocak 1989 tarihi* Yunan gizli teşkilatları tarafından harekete geçirilen çapulcu Yunan fanatikleri tarafında azınlık tarihine "Yunan vandalizmi " olarak geçmiştir. Çapulcu ve fanatik Yunanlılar tarafından düzenlenen taşlı-sopalı saldırılarda 30 Türk yaralanmış* 270 Türk dükkanı tahrip ve yağma edilmiştir.
Dünya hukuk tarihinde skandal ve ulusal hukuk açısından kabul edilemez çelişki olarak söz konusu iki kararın iptal edilmeleri için başlatılan girişimlerin acilen devam ettirilmesi gerekmektedir. Türk azınlığın hak ve statülerini güvence altına alan ikili ve çok taraflı düzenlemeler ile söz konusu kararların kesinlikle bağdaşmadığı açıkça ortadadır. Ulusal hukuk açısından baktığımızda* bu kararlar* iptal edilmiş olmasına rağmen* Yunan hukuk tarihinde yerini alan 3065/1954 sayılı (Mareşal Papagos Kanunu olarak bilinen) "Azınlık Okulları Eğitim Kanunu" ve bu kanunun uygulanmasına dair hassasiyeti ortaya koyan Trakya Genel Valisi F. Fessopoulos'un A. 1043 ve A.202 sayılı genelgeleri yanyana düşünüldüğünde komedi açıkça ortaya çıkmaktadır. 
İlgili kanun* azınlık okulların levhalarında nerede varsa "Müslüman/Müslümanca" ifadelerinin* doğrusu olan "Türk/Türkçe" ifadeleriyle değiştirilmesini öngörmekte* genelgeler ise eski haliyle kalmaya devam eden birkaç okul levhasındaki ilgili değişikliğin derhal yapılmasını emretmektedir.
Azınlık hakkı olması yanında* Batı Trakya Türk çocuklarının bir insan ve vatandaş hakkı olarak sahip olmaları gerektiği düşünülen eğitim hakkının ve buna istinaden tecelli eden Türk anne-babaların çocuklarını eğitim veren kurumlara (okullara) gündeme hakkının kullanılması görevinin yerine getirlmesi* Yunan makamları tarafından öteden beri engellenmektedir.
Yunan makamları* eğitim sahasına ilk müdahelesini 1972 yılında gerçekleştirmiş* yukarıda geçen 3065/1954 sayılı "Azınlık Okulları Eğitim Kanunu"un bazı maddelerini değiştirmek suretiyle "Türk/Türkçe" ibarelerin yerine* Yunanca'da "azınlık" ve "müslüman" kelimelerinin kısaltılmışı olan ancak tam olarak hangisini karşıladığı belli olmayan "M/kon" ibaresinin kullanılmasına dair düzenlemedir. Yine* 695/1977 sayılı "Azınlık Okulları ile SÖPA Öğretim ve Denetim Kadrosunun Meselelerinin Çözümüne İlişkin Kanun" çıkartılmak suretiyle* azınlık üzerinde bazı emeller istikametinde kurulmuş bulunan "Selanik Özel Pedagoji Akademisi" mezunlarının azınlık okullarına öncelikli olarak atanmaları sağlanmıştır.
Bu çerçevede* zaten 1960'lı yıllardaki öğretmen kıyımına ek olarak* Türkiye'den görev yapmak üzere gelecek TC vatandaşı öğretmenlerin ve yine Türkiye'deki öğretmen okullarından mezun olan Yunan vatandaşı Türk öğretmenlerin azınlık okulların girişleri kapatılmıştır. Neticede* Elmalı ve Karaçanlar Türk okullarında örnek olay niteliğinde görülen Türk velilerin ilkokul öğrenimi yapmak üzere çocuklarını Türkiye'ye gönderme süreci başlamış ve bu durum günümüze dek genişleyerek gelişmiştir. Hiç şüphesiz* bu velilerin büyük çoğunluğu* çocuklarınınTürkiye'de yerleşmesini istemekte* bu durum ise kendilerini göçe ya da Türkiye'de yasal olmayan bir şekilde ikamet etmelerine yol açmaktadır. Bu çerçevede* azınlığa mensup SÖPA mezunları arasında kendilerine tevdi edilmek istenen bol kazançlı "propaganda amaçlı eğitim hizmeti"ni reddetme yönündeki eğitimin giderek güçlenmekte olduğunu gözardı etmemek gerekmektedir. 
Çünkü bilindiği gibi 1991 yılında merhum Dr. Sadık Ahmet tarafından "Yunanlı Türk'e Türkçe Öğretemez" sloganı ile başlatılan Yunan tarihine* bayrağına sevgi aşılamaya ve Türk çocuklarında Yunan milli şuuru oluşturmaya yönelik muhtevaya sahip Yunanlılar tarafından Türkçe okuma kitaplarını boykot hareketine çok sayıda SÖPA mezunu da katılmıştır. Yunanistan'da zorunlu eğitim 6 artı 3 temelinde 9 yıl olarak uygulanırken* Türk azınlık çocukları için bu 6 yıl(ilkokul) ile sınırlıdır. Türçe kitapların muhteva ve sayı itibarıyla yetersizliği* azınlık okullarında ihtiyaç duyulan başlıca eksikliktir. 
Mevcut iki azınlık oraöğretim kurumunda (İskeçe Karma Azınlık Lisesi ve Gümilcine Celal Bayar Lisesi) had safhaya ulaşan bu eksiklik* Türk öğrencilere Türkçe okudukları derslerde Yunan dilinde imtihana girmeleri yönünde getirilen değişiklik ve öğrenci taleplerinin kura ve imtihan ile karşılanması şeklindeki uygulama* söz konusu iki öğretim kurumunu zaman zaman kapanma noktasına getirmiştir. Bugün* bu okullarda okumakta olan öğrenci sayısı iyimserlik yaratmakla birlikte* mevcut meselelerin söz konusu her an kapanma noktasına getirebilceği gözardı edilmemelidir. Şu kadarını ilave etmelidir ki* her yıl Türkiye'deki üniversite giriş sınavlarına katılan 600-800 arasındaki Batı Trakyalı Türk öğrencilerin 40-50'si dışındakilerBatı Trakya'daki değil* Türkiye'deki liselerden mezun olmuşlardır.
Bunların yanısıra Batı Trakya Türkleri'nin karşı karşıya oldukları problemler* toprak ve arazi gasplarından* seyahat hürriyetinin kısıtlanmasına* tedhiş ve saldırı olaylarına kadar uzamaktadır. Bu konular* başlı başına bir araştırma konusu olacak kadar geniş ve karmaşıktır. 21. Yüzyıla girerken* demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden* gerçekde dönem dönem Rus sömürgeciliğinin* bazen de Batılı imparatorluk kalıntılarının oyuncağı olan Yunanistan'ın insan hakları ihlalleri konusunda dünya kamuoyunda yeterince teşhir edilemediği ortadadır. Bu konu ile ilgili olarak hayatına Batı Trakya Türklüğü'nün insan hakları davasına adayan ve acı bir tesadüf sonucu* Lozan antlaşmasının ve Yunanistan'da demokrasiye geçişin yıldönümü olan 24 Temmuz 1995 tarihinde şehit olan * dava ve mücadele arkadaşımız Dr. Sadık Ahmet'i bir kere daha rahmetle anıyoruz.




Bulgaristan Türkleri

BULGARİSTAN             RELAXHACKTEAM             



1989 yılından itibaren dışa açılma ve liberalizasyon sürecine giren Bulgaristan Cumhuriyeti 110910 km2'lik yüzölçümüne ve 1995 verilerine göre % 0*3 nüfus artışı oranıyla 8*4 milyon nüfusa sahiptir Nüfusun % 85'i Bulgar* % 8*5 Türk* % 2*6 Çingene* % 2*5 Makedon* % 0*3'ü Ermeni* % 0*2'si Rustur.
Kuzey ve güneydoğu bölgeleri dağlık olan Bulgaristan'ın diğer bölgeleri ise ovalıktır 608 kmsi Romanya Cumhuriyeti* 494 kmsi Yunanistan Cumhuriyeti* 318 kmsi Yugoslavya Federal Cumhuriyeti* 240 kmsi Türkiye Cumhuriyeti ve 148 kmsi Makedonya Cumhuriyeti'yle olmak üzere 1808 km kara sınırına sahiptir Başlıca doğal kaynakları boksit* bakır* kurşun* çinko* kömür* kerestedir Arazinin % 34'ü ekilebilir alan (Devamlı ekilen alan %3-5 arasında değişmektedir)* % 18 mera ve otlaklar* % 35'i ise ormanlık alandır.

İdari açıdan 9 bölgeye ayrılan Bulgaristan* tek taraflı 240 üyeli Ulusal Meclise sahiptir 19 Nisan 1997 tarihinde yapılan erken seçimde halkın % 52*23 oyunu alan Birleşik Demokratik Güçler lideri İvan Kostov başkanlığında 21 Mayıs 1997'de kurulan hükümet görev yapmaktadır.240 sandalyeli Bulgaristan Parlamentosunda Ulusal Selamet İttifakı içinde yeralan Hak ve Özgürlük Hareketine mensup 15 Milletvekili ile Birleşik Demokratik Güçler içinde yeralan 1 milletvekili olmak üzere Türk azınlığından toplam 16 Milletvekili bulunmaktadır.



Ekonomik Durumu 


Belirtileri daha önceden ortaya çıkmakla birlikte 1997 yılı Bulgaristan için önlenemez bir kriz yılı olmuş ve Bulgaristan hiperenflasyon yaşamıştır Ocak 1997'de leva güç kaybederek* bir $ karşılığı 3270 Leva'ya kadar yükselmiş* seçim kararının alınmasıyla birlikte mart ayında $ leva paritesi 1588'ye kadar düşmüş* Şubat 1997 ayında yaşanan aylık %242*7 enflasyon oranından mart ayı enflasyonu %12*27'ye inmiştir.
Bu aşamada* IMF krizin kontrol altına alınmasıyla ilgili destek vermiş* Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'yle birlikte* ülkeyi seçime götürecek geçici Hükümetle anlaşmaya varılarak gerekli kredi ve yardım sağlanmıştır Kısa süre içerisinde Şubat 1997 ayında 400 milyon $' düşen döviz rezervleri Mayıs 1997 ayında 1*640 milyon $'a yükselmiştir. 21 Mayıs 1997 tarihinde yapılan seçimlerle birlikte Hükümet* İvan Kostov başbakanlığında* Demokratik Güçler Birliği tarafından kurulmuştur. Ciddi bir ekonomik krize sürüklenmiş Bulgaristan'da yıl içerisinde ekonomik dengeler yeniden kurulmaya başlamıştır IMF ve Dünya Bankasının önerisiyle 1 Temmuz 1997'de uygulamaya geçen Para Kurulu'yla birlikte bire bir sabit pariteyle bin Leva bir Alman Markına endekslenmiş ve yılın ilk üç ayında 1000 seviyesinde gerçekleşen enflasyon kontrol altına alınmış ve yıl sonunda % 578*6'lık bir enflasyon oranına ulaşılmıştır. Gayrı Safi Milli Hasıla'nın 6*3 olarak öngörülen 1997 bütçe açığı % 3*1 olarak gerçekleşmiştir Harcamalar kısıtlanmış* Katma Değer vergisi %18'den % 22'ye yükseltilmiş ve bütün ürünler için aynı rakam öngörülmüştür Vergi toplanması işlemine ağırlık verilmiştir. 1996 yılında %10*6 oranında düşen GSMH* 1997yılına da % 7*4 oranında düşme göstermiş ve 9*2 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir.

Döviz rezervleri 1997 yılında 2*4 milyar dolara yükselerek aynı zamanda Bulgaristan'ın tarihindeki en yüksek rezerv miktarına da ulaşılmıştır. Bulgaristan ekonomisindeki bir başka sorun 9*7 milyar Dolar olan dış borçtur Dış borçların büyük çoğunluğunu yüksek faizli ticari krediler oluşturmaktadır Kısa vadeli borçların toplamı dış borç yükü içerisinde % 13'dür 1998 yılı için 1 *2 milyar dolar dış borç ana para ve faiz ödemesi yapılması öngörülmüştür.1992 yılından buyana yapılan özelleştirme kapsamında Bulgaristan'daki işletmelerin % 20*5 özelleştirilmiştir Sanayi üretiminde özel sektörün payı % 30'lar seviyesindedir. Özel sektörün genel ekonomi içerisindeki payının üç yıl içerisinde % 70'i aşması beklenmektedir Hükümet önceliklerini özelleştirme ve yabancı yatırıma vermiş bulunmaktadır 1992 yılından buyana gelen yabancı sermaye 1*4 milyar Dolardır 1997 yılında 636 milyon dolar olmuştur 1997 yılı içerisinde ilk sırayı 262 milyon dolarlık yatırımla Federal Almanya almaktadır.

Bulgaristan ekonomisi mali istikrarın sağlanması ile büyüme ikilemi arasında kalmıştır 1994 yılında % 1*8* 1995 yılında % 2*1 olarak gerçekleşen büyüme oranı 1996 yılında % -10*9 olmuş ve 1997 yılı büyüme oranı ise gene negatif olarak belirmiş ve % - 8' seviyesinde kalmıştır Hükümet 1998 yılı için % 4'lük büyüme beklentisindedir
Türkiye-Bulgaristan Dış Ticareti 1987 yılına kadar Bulgaristan ile olan ticari ilişkilerimizde ihracatımız* bazı yıllar artış göstermişse de ithalatımız genelde ihracatımızın üstünde gerçekleşmiştir.

1987 - 1989 döneminde Türkiye lehine bakiye veren dış ticaret dengesi* Bulgaristan'da görülen dışa açılma ve liberalizasyon sürecine bağlı olarak iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin gelişmesine yol açmış* 1990 yılından itibaren bu ülkeden yapılan yüksek ithalata paralel* dış ticaret dengesi bu defa Türkiye aleyhine gelişme göstermiştir
1990 yılında 42 milyon dolar olan iki ülke dış ticaret hacmi * 1991 yılında % 414'lük bir artış göstererek 216 milyon dolara ulaşmış* 1993 yılında ise 329 milyon dolar seviyesine gelinmiştir Ancak 1993 yılı içerisinde Türkiye'nin Bulgaristan'a ihracatı 862 milyon dolar iken* bu ülkeden ithalatı 2432 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

1995 yılı değerlendirildiğinde ise* ihracatımızın bir önceki yıla göre yaklaşık % 37 oranında artış gösterdiği* buna karşılık ithalatımızın % 106 oranında arttığı gözlenmiştir Böylece 1990 yılından itibaren sürekli artan dış ticaretimizdeki bu açık* takip eden yıllarda da devam etmiş ve 1995 yılında en yüksek rakama ulaşmıştır.1996 yılında ülkemiz verilerine göre* Bulgaristan'a yönelik ihracatımız 152*9 bin dolar* ithalatımız ise 358 bin dolar olarak gerçekleşmiş* 511 bin dolarlık ticaret hacmine ulaşmıştır. 1997 yılında ise* gene ülkemiz verilerine göre* Bulgaristan'a yönelik ihracatımız 170*0 milyon dolar* ithalatımız ise 366*5 milyon dolar olmuştur Bu çerçevede ticaret hacmimiz 536*5 milyon dolar olarak gerçekleşmiş* 196*5 milyon dolarlık dış ticaret açığı verilmiştir.


Ülkemiz dış ticaret rakamlarıyla farklılıklar arz eden Bulgaristan Ulusal İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre 1996 yılı sonu itibariyle Bulgaristan'dan Türkiye'ye yapılan ihracat toplam 368 milyon dolar olarak gerçekleşirken* Türkiye'den yapılan ithalat 91 milyon dolar olarak gerçekleşmiş* iki ülke ticaret hacmi 459 milyon dolara ulaşmıştır 1997 yılında ise* Bulgaristan ülkemizden 101*6 milyon dolarlık ithalat gerçekleştirmiş* karşılığında 442*3 milyon dolarlık ihracat yapmıştır.
1997'de Bulgaristan'ın en çok ihracat yaptığı ülkeler arasında Türkiye 442*3 milyon dolarla 3 sırada yer almıştır ilk iki ülke 575*1 milyon dolarla İtalya* 468*1 milyon dolarla Almanya'dır Türkiye'ye ihracatı Bulgaristan'ın toplam ihracatının % 9'unu teşkil etmiştir
1997'de Bulgaristan'ın en çok ithalat yaptığı ülkeler arasında ise* Türkiye 10 sırada yer almıştır İlk dokuz ülke 1374*8 milyon dolarla Rusya* 563*2 milyon dolarla Almanya* 347*1 milyon dolarla İtalya* 206*4 milyon dolarla Yunanistan* 181*2 milyon dolarla ABD* 176*6 milyon dolarla Fransa* 126*9 milyon dolarla İngiltere* 118 milyon dolarla Avusturya'dır Türkiye'den ithalatı* Bulgaristan'ın toplam ithalatının %2*08'ini oluşturmuştur.

Bulgaristan* 1997 yılında en çok ticaret fazlasını 340*7 milyon dolarla Türkiye'yle ticaretinden elde etmiştir bu hususta Türkiye'yi 228 milyon dolarla İtalya* 199*5 milyon dolarla Yunanistan* 104*1 milyon dolarla İspanya* 71*9 milyon dolarla Makedonya'yla ticaretten sağlanan fazlalar izlemektedir. Türkiye'yle ticaretten elde edilen fazlalık Bulgaristan'ın 1997'de toplam 28*1 milyon dolarlık fazlalığının 8*24 katını teşkil etmiştir.

Türkiye'nin Dış Ticaretinde Bulgaristan'ın Yeri: 1995 yılı genel ihracat toplamı 216 milyar dolar olan Türkiye'nin ihracatında* ilk on ülke 134 milyar dolarlık ihracat ile % 62'lik bir paya sahip iken* 183 milyon dolarlık ihracat ile Bulgaristan* % 08'lik bir payla 24 sırada yer almaktadır.

Buna karşılık* 1995 yılında 357 milyar dolar olarak gerçekleşen Türkiye'nin genel ithalatının 231 milyar dolarlık kısmı* ihracat sıralamasında ilk on sırayı alan ülkelerden gerçekleştirilmiş olup* genel ithalat sıralamasında 402 milyon dolarlık ithalatla 19 sırada yer alan Bulgaristan'ın bu sıralamadaki payı % 11 civarındadır. 1996 yılında Türkiye'nin 23*224 milyon dolarlık genel ihracatı içerisinde Bulgaristan'a ihracatımız 153 milyon dolar* 42*627 milyon dolarlık genel ithalatımız içinde ise Bulgaristan'a ithalatımız 358 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

1997 yılında ise* 26*245 milyon dolarlık genel ihracatımız içinde* Bulgaristan'ın 170 milyon dolarlık ihracat* 48*585 milyon dolarlık ise ithalat payı bulunmaktadır. Türkiye ve Bulgaristan arasında var olan coğrafi yakınlık ve diğer olumlu etkileşimlerin* ticari ilişkilerin gelişmesinde iki tarafın lehine olacağı düşüncesini oluşturmakla birlikte* Türkiye Bulgaristan dış ticaret rakamlarına bakıldığında* karşılıklı olarak her iki ülkeyi de etkileyen çeşitli nedenlerden ötürü* ticari ilişkilerde istenilen seviyelere ulaşılamamıştır.

Türkiye ve Bulgaristan arasında ithalat ve ihracata konu olan mal gruplarına bakıldığında* Türkiye Bulgaristan'dan ağırlıklı olarak petrokimya ürünleri* kimyasal madde* hububat ve demir çelik sektörlerinde hammadde ve yarı mamul ithal etmekte buna karşılık dokumacılık ürünleri* muhtelif gıda maddeleri* elektronik ekipman ve yedek parça gibi nihai ürün ihraç etmektedir Nitekim* görüşülen yetkililer Bulgaristan'ın ülkemizin bir hammadde temin eden ülke uzantısı olmasından endişe ettiklerini belirtmektedirler. Yabancı yatırımlar bakımından diğer Doğu Avrupa Ülkeleri kadar itibar görmeyen Bulgaristan'da * yabancı yatırımların ülkelere dağılımında Türkiye 1626 yatırımla birinci sırada yer almaktadır Ancak yapılan yatırımlar büyüklükleri itibariyle değerlendirildiğinde 17 sırada yer almaktadır.

Diğer taraftan reformların başlamasından itibaren Bulgaristan'da yapılan yabancı yatırım tutarı 1997 yılı sonu itibariyle 1*2 milyar dolar olup* istatistiklere göre Türk yatırımcıları tarafından yapılan yatırım tutarı 14*7 milyon dolardır (3091998 tarihi itibariyle 34*5 milyon $) 

Bulgaristan iç pazarında satılan gıda* tekstil ürünleri* cam ürünleri ve temizlik maddelerinin büyük bir kısmının ülkeye bavul ticareti yoluyla sokulduğu bilinmekle birlikte kayıt dışı ticaretin boyutları konusunda istatistiki bilgi bulunmamaktadır Bu yolla ülkeye sokulan malların bir kısmının kalitesiz olması* ülkede Türk mallarına karşı olumsuz bir imaj doğmasına neden olmuş* ancak bu olumsuz etkileşim son yıllarda pazara giren büyük Türk firmalarının getirmiş oldukları ürünlerle kırılmaya çalışılmaktadır.Bulgaristan'da* Bulgaristan Ticaret ve Sanayi Odasına kayıtlı olan ancak verilerin eksikliği nedeniyle kendilerine tesbit amaçlı ulaşılması da oldukça zor olan 1378 civarında Türk sermayeli şirket mevcuttur Bu şirketler ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli şirketlerdir Ancak* uzun ve zahmetli bir süreçten geçerek kurulan bu şirketlerin büyük bir bölümü göstergelik olarak kurulmuş olup* işlem hacimleri yoktur.

Bulgaristan'daki firmalarımızın sayısı bilinmemektedir. Bulgaristan Ticaret ve Sanayi Odası'na kayıt zorunluluğu bulunmadığından* kaynak olarak kayıtlarına asla ulaşılamayacak olan Yabancılar Polisi ve Vergi Daireleri kalmaktadır.Öte yandan* işlem hacimleri bilinememekle birlikte Ülker* Kent Şekerleme* Petposan Şirketler Grubu* Efes Pilsen* Global Menkul Değerler* Penta Dış Ticaret* Kelebek Mobilya*Beko* Eczacıbaşı gibi büyük gruplarımız da firma yada temsilcilik olarak Bulgaristan'da faaliyet göstermektedir.
22-24101997 tarihleri arasında Sofya'da düzenlenen Bulgarian Investment Form'a ülkemizden katılan Alp Petrol Ürünleri İnşaat Sanayi ve Ticaret Ltd Şti* Alpler Turizm Sanayi Ticaret Ltd Şti* Altay Otomativ Gıda Tekstil Ltd Şti* Camiş Madencilik* Erser İnşaat Sanayi ve Ticaret Ltd Şti* * Hema Hidrolik makina Sanayi ve Ticaret AŞ* Işıklar Holding* Nicol AŞ* Nurol ve Zihni Holding'in Bulgaristan'da varlık gösterdikleri de bilinmektedir.

Özelleştirme Ajansı ile bağlantıya girerek* Bulgaristan'daki büyük işletmelere talip olan firmalarımızın dışında* ülkedeki küçük ve orta ölçekli firmalardan bir kısmı da sermayeleri ve yapılanmaları itibariyle* Bulgaristan'daki küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaklaşık % 80'ini elinde bulunduran belediyeler ile bağlantı kurarak* belediyeler bünyesinde özelleştirilecek olan* inşaat* turizm* tekstil ve gıda sektörüne yönelik işletmeler ile ilgilenmektedirler Bu firmaları yada yaptıkları yatırımları takip etme imkanı ancak duyumlarla veya yardım gereksinmeleri halinde Müşavirliğimize ya da Büyükelçiliğimze yaptıkları başvurularla tesbit edilebilmektedir.

Bulgaristan'da teknoloji düzeyi ve kapasite kullanım oranı yüksek önemli sayıdaki işletmenin bugün özelleştirme kapsamına alınmış olması* teknik alanda eğitim görmüş çok sayıda kalifiye elemanın bulunması* düşük ücretler* Bulgaristan'ın az gelişmiş ancak gelişme potansiyeline sahip olan eski Sovyet Cumhuriyetleri* Doğu Avrupa Ülkeleri ve Orta Doğu'daki bazı pazarlarla var olan bağlantıları* ülkenin çözümlenmiş altyapısı ve enerji girdisinin nisbeten düşük oluşu gibi fırsatlar Bulgaristan'da gerek doğrudan ve gerekse de özelleştirme yoluyla yatırım yapmak için önemli fırsatlar niteliğindedir Bunun yanısıra ülkedeki ekonomik istikrarsızlık* ağır işleyen bürokrasi ve özelleştirme prosedürünün açılabilmesi için gerekli bazı destekleyici düzenlemelerin çıkarılamamış olması da yatırımcıların yatırım yapma kararını yeniden gözden geçirmelerine neden olan en önemli unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bulgaristan piyasasının avantaj ve dezavantajları değerlendirildiğinde; Bulgaristan önümüzdeki birkaç yıl içerisinde önemli ataklar yapacak ülkeler arasında yeralmaktadır. Bu çerçevede* Bulgaristan'a yatırım yapmayı amaçlayan Türk yatırımcılarına* uygun finansal koşullarla Bulgaristan piyasasında kısa sürede önemli pozisyon elde edebilme imkanı sağlamasının gerek olduğu düşünülmektedir Avrupa Birliği'ne üyelik başvurusu olan* 1998 yılında CEFTA ülkeleriyle ticari ortaklık kurması beklenen Bulgaristan* İMF ve Dünya Bankası kaynaklı kredileri de yerinde değerlendirmekte* ve olumlu ekonomik göstergelere sahip bir ülke olma sürecine girmektedir. Bulgaristan'ın ticaret hacmi küçük olmakla birlikte* en önemli ticari partnerlerinin Avrupa Birliği üyeleri olduğu ve üye ülkelerin yetkililerinin ve Bulgaristan'ı ziyaret eden Komisyon yetkililerinin Bulgaristan'a yönelik olumlu ifadeleri dikkate alınırsa* ülkemizden Bulgaristan'a yapılacak yatırımlar Avrupa'nın da kapısını açacaktır.

Ülkede sistem değişikliği öncesinde* ağırlıklı olarak eski COMECOM pazarı düşünülerek oluşturulan büyük ölçekli işletmeler* Bulgaristan'ın bu pazarı kaybetmesiyle birlikte * teknoloji ve sermaye yetersizliği gibi nedenlere de bağlı olarak atıl kalmış veya ancak % 30 - 40 lık kapasitelerde çalışmaya devam edebilmişlerdir. Ülkedeki enerji* işgücü gibi girdilerin Türkiye'ye kıyasla daha düşük maliyetli temini mümkün olup* Bulgaristan'daki Türk varlığı* doğrudan ulaşım ağı ve Ülkenin Avrupa Topluluğu üyeliğine giriş sürecinin başlamış olması gibi olumlu etkileşimler de düşünüldüğünde * atıl kalan işletmelerin satın alınması veya bu işletmelerde özellikle tekstil* makina imalatı* muhtelif gıda maddeleri gibi konularda ortak üretim veya fason üretim yaptırmak mümkündür.

Diğer taraftan Bulgaristan'daki küçük ölçekli işletmelerin % 80'inin 28 belediyenin elinde bulunduğu ve daha çok hizmet* inşaat ulaşım ve turizm alanlarındaki bu işletmelerin özelleştirme yoluyla belediyelerden satın alınması da dikkate alınması gereken bir diğer husustur.Bulgaristan'da Dresdnerbank* Raiffeisenbank* İNG Bank gibi büyük bankaların faaliyette olduğu ve Nestle* Kraft Jakobs* Danone gibi dünya firmalarının özelleştirme kapsamında yatırım yapmaları da Bulgaristan'ın riskli yönlerinin yanı sıra yatırımcılar için avantajlı ve pazarda pay sahibi olabilme konusunda uzun vadeli planların yapılmasının gerekli olduğunun bir diğer kanıtlarıdır.

Bulgaristan'ın sistem değişikliği öncesinde en büyük pazarının eski Doğu Bloku ülkeleri olduğu dikkate alındığında ise* Bulgar firmalarının bu ülkeler ile olan geleneksel ilişkileri ve kurulmuş olan iyi ilişkilerinin de Türk firmalarının bu ülkelere Bulgaristan üzerinden açılmalarında bir fırsat niteliğindedir.

Bulgaristan pazarında gıda* ev ve ofis mobilyaları* tüketim malları gibi konularda Yunanistan * Almanya ve İtalya pazara hakim olup* Türkiye'nin ekonomik potansiyeli bu ülkeler ile pazarda rekabet etmeye yeterlidir Ancak yeni pazarlara ilk giren ülkeler olmaları sebebiyle * bu ülkeler yarışta avantajlı konum arzetmektedirler Bu avantajın bizim aleyhimize giderek büyümemesi için en kısa sürede resmi ve özel kuruluşlar olarak harekete geçilmesi gerekmektedir Zira* Bulgaristan hemen yanıbaşımızda * kaybedilmemesi gereken ve geniş potansiyeli olan bir ülkedir.
Bu cümleden hareketle* Türk ihraç ürünlerinin tanıtımı* pazarlanması* butün bunların etkin bir şekilde yapılabilmesi için Ticaret Merkezi kurulması da gündem de tutulması gereken bir husustur Kurulacak Ticaret Merkezi tarihsel nedenlerle zaman zaman kırılamayan Türk mallarına yönelik olumsuzluk ile bavul ticaret yoluyla gelen bir kısım kalitesiz mal nedeniyle oluşan olumsuz Türk malı imajının da bertaraf edilmesini sağlayabilecektir Piyasanın tanınması* tüketicinin eğilimlerinin anlaşılması ve önceden tesbiti ile dağıtım* fiyatlandırma gibi kolaylıkları getirebilecek olan Ticaret Merkezi* para* zaman ve emek kaybını da önleyecektir.

Bilindiği üzere* 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren Avrupa Birliği ile ülkemiz arasında Gümrük Birliği gerçekleştirilmiştir Bu anlaşma gereği ülkemiz* üçüncü ülkelerden yaptığı ithalatta* gümrük vergilerini AB ile aynı seviyeye çekmiş* tarifelerin Ortak Gümrük tarifesi düzeyine getirilmesi ile Bulgaristan da Türkiye'ye yönelik ihracatında önemli avantajlar sağlamıştır Öte yandan* Bulgaristan'ın AB'yle yaptığı anlaşma ile AB ülkelerinden birçok mal Bulgaristan'a düşük oranlı gümrük vergileriyle ithal edilirken Türkiye'den yapılan ithalat iki ülke arasında yapılması gereken Serbest Ticaret Anlaşmasının akdedilememesi sonucu yüksek gümrük vergileri nedeniyle zorlanmakta* hatta imkansız hale gelmektedir.

Bu çerçevede* uzun bir aradan sonra 3-5 Eylül 1997'de Sofya'da başlayan Serbest Ticaret Anlaşması görüşmeleri* 26-28 Mayıs 1998 tarihinde Ankara'da* 17-19 Haziran 1998 tarihlerinde Sofya'da sürdürülmüş* iki tur görüşmenin ardından 19 Haziran 1998 tarihinde parafe edilmiştir 11 Temmuz 1998 tarihinde Devlet Bakanımız Sayın Işın Çelebi ve Ticaret ve Turizm Bakanı Sayın Valentin Vasilev tarafından imzalanmış olan olan Anlaşma 111999 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Bulgaristan'la ticari ilişkilerimizin geliştirilmesinde önemli olabilecek diğer bir husus ise* Bulgaristan'da kurulacak olan bir Türk Bankasının varlığıdır Bulgaristan'da herhangi bir Türk Bankası veya banka şubesinin mevcut olmaması* Türk işadamlarının Bulgaristan'a olan ilgisini ve rahat iş yapabilme kabiliyetini azaltan unsurların başında gelmektedir Bankacılık faaliyetlerinin olmaması ülkemizle ticaret yapan Bulgar işadamlarını da olumsuz etkilemektedir Bulgaristan'ın güvensiz ortamında yüklü peşin dövizle çalışmak zorunda kalan yada muhabir banka aracılığına başvuran firmalar bu olumsuz durumu sıklıkla dile getirmektedirler Bu durumun giderilmesine yönelik olarak* iki ülkenin Siyasi Otoritelerinin de gündemde tuttukları* Türk bankalarının Bulgaristan'a gelmeleri girişimleri hızlandırılmalıdır.

Bu konuda Müşavirliğimize yapılan başvurular çerçevesinde bazı özel bankalarımıza Bulgar Bankacılık Mevzuatı ve gerekli yasal düzenlemeler intikal ettirilmekte olup* 11 Temmuz 1998 tarihinde Şubesinin açılışı* Başbakan Sayın Mesut Yılmaz tarafından yapılmış olan TC Ziraat Bankası'nın yanısıra* 1966 yılından bu yana temsilci bazında Bulgaristan Bankacılığıyla ilgilenmekte olan Demirbank da Bulgaristan Merkez Bankasına Banka açmak için 25 Haziran 1998 tarihinde başvurusunu yapmıştırKesin lisansına 12 mart 1999 tarihinde alan Demirbank-Bulgaria'nın açılışının da 22-23 Mart 1999 tarihlerinde Bulgaristan'a resmi ziyarette bulunacak olan Cumhurbaşkanımız tarafından gerçekleştirilmesi beklenmektedir.

Ülkemizin Bulgaristan'la ticari ilişkilerinin geliştirilmesinde ele alınması gereken diğer bir husus da* Eximbank Kredileridir Bulgaristan* içinde bulunduğu ekonomik zorlukları aşma sürecindedir Gerek yabancı yatırımcılarca* gerekse IMF* Dünya Bankası gibi kurumların yetkililerince de değişik platformlarda ifade edildiği üzere* enflasyonu azaltmada* büyümeyi sağlamada* dış borçlarını ödemede önemli adımlar atılmaktadır Özelleştirme hızlı bir şekilde yürütülmeye çalışılmakta* yabancı yatırımlar için ülke yasal mevzuatı da dahil olmak üzere gerekli düzenlemeleri yapmaktadır Ekonomik göstergelerinin iyiye gidiyor olması* Bulgaristan'la ticari ilişkileri artırmayı sağlayacak finansman desteğinin ülkemizce yeniden gözden geçirilmesi gereğini ortaya koymaktadır Bu çerçevede* Bulgar bankacılığındaki zorluklar bilinmekle birlikte* Bulgaristan'a yönelik ülke kredisinin yeniden açılmasında ve ihracatçının kullanımına verilmesinde yarar görülmektedir Bu arada* Türkiye ile Bulgaristan arasında gerçekleştirilen 13 Dönem Karma Ekonomik Komite toplantısı protokolünde Türk Eximbank kredileriyle ilgili bir düzenleme yapılmıştır Buna göre* Türk müteahhitlerince üstlenilecek alt yapı projelerinin gerçekleştirilmesi karşılığında kullanılmak üzere* ülkemizce 50 milyon dolar tahsis edilmesi niyeti belirtilmiştir.

İki ülke arasında ticari ilişkilerin geliştirilmesinde önemli rolü olacak Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması 18 Eylül 1997 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması da yürürlüktedir. Ayrıca* İki ülke arasında ticari bazı aksaklıklara yol açan* sınırda bekleme ve belge değiştirilmesi sorunlarına çözüm olabilecek ortak sınır kontrol bölgesi yaratılmasına ilişkin bir Protokol de 14111997 tarihinde imzalanmış* iki ülke Gümrük yetkililerince çalışmalara başlanılmıştır.

Tüm bu olumlu gelişmelerin ışığı altında* gerek ülkemizde* gerekse Bulgaristan'da* kamuoyu* yatırım yapılması* özelleştirme çalışmalarına katılınması* ticari ilişkilerin arttırılması amacına yönelik olarak bilgilendirilmeli* ciddi güvenilir Türk firmalarının kaliteli* standardlara uygun üretimleriyle Bulgaristan'a gelmeleri özendirilmelidir Bu cümleden olmak üzere* Türk İşadamları Heyetlerinin Bulgaristan'a organize olarak gelişlerinin sağlanmasının ve ülkemizin tanıtımının yapılmasının uygun olacağı düşünülmektedir.




Osmanlı Eyaletinden Üçüncü Bulgar Çarlığına 


Bulgarlar* "Ogur" adı verilen* çeşitli Türk boylarından meydana gelen bir boylar birliğidir. Bu boylar içerisinde* Onogur* Oturgur* Saragur ve Kutrigurlar başta gelmektedir. Önceleri Asya Hun İmparatorluğu'nun batısında oturmakta iken* Hun İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra* II. Yüzyılın sonunda Kafkasya'ya geldiler. Burada iki yüzyıl kadar kaldıktan sonra* Karadeniz'in kuzeyinde Büyük Bulgar Hanlığı'nı tesis ettiler. Fakat Hazar Devleti'nin baskısına dayanamayarak* Tuna havzasına yerleştiler. 681 yılında Tuna Bulgar Devleti'ni kurdular ve yüksek bir kültüre sahip olduklarından* buradaki halklara üstünlük sağladılar. Yalnız çevredeki Slav milletleri değil* Bizans'ı bile etkilediler. 
Fakat kendileri Türk boylarından meydana geldikleri halde geniş bir Slav-Ortodoks kitleye egemen olmuşlardı. Sayılarının azlığı* zamanla onların bu geniş Slav-Ortodoks kültüründen etkilenmelerine sebep oldu. 864 yılında Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini kabul ettiler. Slavca resmi dil oldu. Türkçe ünvanlar atıldı. Bu sırada Sırplar ile sıkı bir mücadeleye girişildi. X. Yüzyılda devlet zayıfladı ve 1018'de Bizans'ın egemenliği altına girdi. Böylece* Birince Bulgar Çarlığı ortadan kalktı. Bu tarihten sonra* Karadeniz'in kuzeyinden gelen Kuman* Kıpçak ve Peçenekler* Bulgaristan'ın nüfus yapısına katkıda bulundular. 1185 yılında Bizans'ın etkisinden kurtulup* Misya'da İkinci Bulgar Çarlığı'nı kurdular. İkinci Bulgar Çarlığı* 200 yıl kadar bağımsız olarak yaşadı. Fakat sonra* daha büyük ve kalıcı bir gücün etkisi ile karşı karşıya kaldı. Bu güç* Osmanlı Devleti idi. 
XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli'ye geçmeye başlayan Osmanlılar* Çimpi kalesinin alınması ile başlayan fetihlerine* Gelibolu ile devam ettiler. Daha sonra* İstanbul* Vize ve Edirne yönünde üç koldan ilerleyerek* yeni topraklar elde ettiler. Bu ilerleyişi desteklemek için Anadolu'dan savaşçı oymaklar getirildi ve uçlar gittikçe* geride yeni yerleşim alanları kuruldu. Daha önce ıssız ve güvensiz olan kırsal bölgeler* sosyal ve ekonomik bir canlılık içerisine girdi. 

Özellikle vakıf sistemine dayanan dini ve ticari kurumlar* hem yeni yerleşim birimlerinin kurulmasında* hem de var olanların gelişmesinde* önemli bir rol oynadı. Edirne* Filibe* Serez* Üsküp* Sofya* Silistre* Tırhala* Yenişehir ve Manastır* bu türlü yerleşim merkezlerinin başında gelir. Osmanlı Devleti* küçük devletler ve derebeylerin elinde parçalanmış bulunan Balkan topraklarını* kendi idaresinde ve güçlü bir devlet çatısı altında birleştirdi. Bu arada Bulgaristan* 1363-1393 yılları arasında verilen mücadeleler sonunda* bir Osmanlı toprağı haline geldi. Bu şekilde* İkinci Bulgar Çarlığı da tarihe karışmış oluyordu. 
Bulgaristan * Osmanlı yönetimi altında" güzide bir vatan toprağı" olarak işlem gördü. Çünkü Bulgaristan * Rumeli'de bulunuyordu ve bu bölge* Osmanlı fetih politikasına göre bir "dârü'l-cihâd" idi. Anadolu* Selçuklular zamanında Türk-İslâm karakterini kazanmıştı. Artık sıra* Rumeli'deydi. Bulgaristan da* Rumeli'nin İstanbul'a en yakın bölgesi olarak* bu politikadan nasibini aldı.

Şenlendirmek amacıyla kitleler halinde yapılan göçlerden sonra* Timur istilası bu göçleri daha da artırdı. Kısa zamanda Trakya* Doğu Bulgaristan* Meriç vadisi ve Dobruca* Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler konumuna geldi. Filibe başta olmak üzere Vidin* Rusçuk* Ziştovi* Silistre ve Niğbolu gibi şehirler* imparatorluğun önemli merkezlerini oluşturdu. Fetih öncesinde derebeylerin elinde parçalanan topraklar birleştirildi ve "devlet malı " haline getirildi. Onu işleyen köylüler de* sürekli bir kiracı konumuna girdi. Köylü* bu kiraya ait belli birkaç vergiyi ödedikten sonra* hiçbir şekilde angarya ile yükümlü tutulmadı. Kısaca Bulgar halkı* uzun zamandan beri unutulmuş bir rahatlığın tadına kavuştu. 
Kurulan yeni yerleşim birimleri; çeşitli adlar* aldı. Bunlar* kurucusunun *yerleşen Türk oymağının* Anadolu'dan geldikleri yerin adlarıyla veya bir başka şekilde anıldı. Bu konuda* Kayı *Menteşeli* Turahanlı* Doğancı* Hacı-Timurhan* Burhan Baba* Selman Dede ve Eskice -Pazar gibi adları sayabiliriz. Zaviyeler ve Türk dervişleri* Rumeli'nin sosyolojik fethi bakımından çok önemli bir görevi yerine getirdiler. Asıl Müslüman nüfusu* Anadolu'dan gidenler oluşturdu. Ayrıca* hem inanç tercihi* hem de hakim unsur zümresine dahil olmanın avantajlarından faydalanmak amacıyla* İslamiyet'i kabul edenler oldu. 

Bulgaristan* Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde* Rumeli Eyaleti'nin önemli bir bölümü olarak yer aldı. Klasik dönemde Bulgaristan'ı* Sofya* Silistre* Vidin* Köstendil* Niğbolu* Vize ve Çirmen sancaklarına ayrılmış olarak görüyoruz. Bu dönemde Bulgaristan'ın önemli yerleşim birimleri şu şekildedir.Ahyolu* Akçakızanlık* Çırpan* Eskizagra* Filibe* Hırsova* Karinabad* Niğbolu* Pravadi Razgrad* Ruskasrı* Silistre* Şumnu* Tırnova* Varna* Yenizagra.
Bulgaristan* XVII. Yüzyıldan itibaren çeşitli idari birimlere bölündü. Hatta Silistre ve Niğbolu* Rumeli Eyaleti'nden ayrılarak* yeni kurulan Özi Eyaleti'ne bağlandı. 
Türk İdaresi ile birlikte Rumeli'ye çeşitli tarım ürünleri de geldi. Bakır* Kurşun* Altın* Demir ve özellikle de Gümüş gibi madenlerin işletilmesinde önemli artışlar görüldü. Osmanlı ordusunun savaş hazırlıkları için yapılan geniş ölçüdeki satın almalar* bölge ürünlerinin değerlendirilmesi açısından olumlu etkiler yaptı. 

Diğer taraftan saray* köprü* han* kervansaray* imaret* çeşme* su kemeri* sebil* cami* mescid* tekke* mektep* medrese* hamam* kaplıca* ılıca* bedesten* çarşı* dershane* hastahane* kütüphane ve saat kulesi olarak* Bulgaristan'da yapılan eserlerin sayısı* 3.500 civarındadır. Bu eserler* yalnız Türklerin değil* gayri müslümlerin ihtiyaçlarına yönelik sosyal kurumlar olarak da hizmet verdi. Dini eserler bir tarafa bırakılacak olsa bile* Bulgaristan'da 273 mektep* 142 medrese* 116 han* 113 hamam* 24 köprü* 75 çeşme ve 16 kervansaray yapıldığını görüyoruz. 

Osmanlı Devleti* XVIII. Yüzyıl boyunca* Rusya ve Avusturya ile iki cepheli olarak çeşitli savaşlar yapmak zorunda kaldı. Bulgaristan* büyük ölçüde bu savaşlara sahne oldu. Diğer taraftan Fener Patrikhanesi'nin Bulgarları asimile etmek isteyen politikası ve yere yöneticilerin çeşitli yolsuzlukları Rumeli gibi* Bulgaristan'ı da olumsuz yönde etkiledi. Bunların sonucunda merkezi otoritenin etkisini kaybetmesi üzerine* Osmanlı idaresi ile sağlanan huzur yavaş yavaş kaybolmaya başladı. 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması'ndan sonra Bulgaristan* diğer bir adlandırma ile "Tuna Boyu" Osmanlı Dünyası'nın Avrupa serhaddini meydana getirdi. Artık Bulgaristan Rus orduları tarafından bir geçiş güzergahı haline gelecektir.




Bulgaristan'da Türk Varlığı 


Osmanlı gazilerinin Gelibolu yarımadasına çıkmalarıyla başlayan Şark Meselesi önce Türklere karşı Avrupa topraklarını nasıl koruyabilmek ve 1683 Viyana bozgununndan sonra Türkleri Avrupa topraklarından nasıl atabilmek sorularına cevap aramak endişesiyle yaratılmıştı. Bu süre içinde* Türk dinamizminden ürken Hristiyan dünyası Türkün çirkin bir görünümünü yaratmak istemiş* gerek edebiyat ve gerekse sanatında bu konuyu özellikle işlemişlerdi. XVIII. yüzyılın sonuna doğru yaklaşıldığında bünyesinde ekonomik* kültürel ve teknolojik değişmeyi geliştirerek güçlü ülkeler arasına katılan Rusya* Fransa ve İngiltere ile birlikte karşısında ortak bir sorun bulmuştu: Gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği. XIX. Yüzyılla birlikte sorun Türk'ü Avrupa topraklarından atmaktı. ancak bununla yetinilmezdi. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda 31 Ekim 1918'den sonra 21 ay 11 gün boyunca uzun süren pazarlıklar Türkiye'nin paylaşılmasını gündeme getiriyordu. Ancak* Türkün şanlı istiklal mücadelesi buna imkân vermedi. Şark Meselesini halletmek üzere olduklarını düşünenler* genç ve kuvvetli Türkiye Cumhuriyeti'yle karşılaştılar.
Fuad Köprülü'den bu yana artık kuruluş şartları pek iyi bilinen ve bir yandan eski Türk geleneğine* diğer yandan da İslâmî esaslara dayanan Osmanlı devletinin gelişme yönü* sürekli Batıya doğru olmuştur. 1345'e doğru kendisi gibi bir gazi beylik olan Karesioğullarının ilhâkı* Osmanlılara Edremid Körfezi ile Kapıdağı arasındaki bölgeyi kazandırarak* onları Avrupa toprakları karşısına getirdi. Karesi gazileri* bu önemli uç bölgesine atanan Orhan Bey'in enerjik oğlu Süleyman'ı Rumeli'de fütuhata teşvik ettiler. 1346'dan 1352'ye kadar geçen süre içinde Osmanlılar* Aydınoğlu Gazi Umur Bey de haçlılarla uğraştığı için bu bölgede gazayı yürüten tek kuvvet olarak Balkanlardaki Bizans'ın durumundan yararlandılar ve 1352'de adım attıkları Rumeli'de sürekli ilerlediler. 

Bu ilerlemede Osmanlıların hemen bir uç oluşturarak orayı yeni bir hayat ve faaliyet alanı olarak belirlemelerinin büyük rolü olmuştur. Kronolojiyi kısaca hatırlarsak* 1357'de Süleyman Paşa'nın ölümü üzerine Şehzâde Murad'ın lalası Şahin ile birlikte bu bölgeye gelmesi 1361'de Edirne'nin fethi* Kuzeye doğru fütuhatı ilerletmek için oluşturulan uç kollarının faaliyetini hızlandırdı. 1366'da artık Rumeli'de yeterince kalabalıklaşmışlar ve sağlam bir şekilde tutunmuşlardı. Bu göç hareketi fetihleri adeta zorlamaktaydı. XV. yüzyıl ortalarına ait paşa sancakları nüfus tahrir defterleri bu bölgelerde nüfusun % 80-90'a varan büyük çoğunluğunun daha o zamanlarda Müslüman Türklerden ibaret olduğunu göstermektedir. Bu deliller* Gregoras ve Dukas gibi Bizans kaynaklarının* "Türklerin kitle halinde yerleşmek üzere geldikleri" hakkındaki ifadelerinin mübalağalı olmadıklarını göstermektedir. Esasen Osmanlılar bunun için Selçuklular tarafından da geniş ölçüde kullanılmış* eski bir kolonizasyon usulü olan ve sürgün denilen yöntemden yararlanarak Türkmen gruplarını özellikle istila yolları üzerinde ve uçlarda yerleştirmişlerdi. Diğer taraftan XV. yüzyıla ait vakıflar ve tahrir defterleri* çiftçi halkın da geniş ölçüde kolonizasyon yaptığı ve yüzlerce köyün kurulduğuna tanıklık etmektedirler. 

Gelen Müslüman Türklerin genellikle Hristiyan köyleere karışmayarak müstakil köyler kurdukları görülmektedir.Fetihlerin ilerlemesiyle uçlarda yeni sınırlara ulaşılmakta ve yeni ilerleme kolları düzenlenmekteydi. Edirne'nin fethinden sonra sol kolda Evranos Gazi komutasında İpsala* Gümülcine* Serez* Selanik yönünde ilerlenirken orta koldaki uç beyi idaresinde Edirne merkez olarak Filibe* Sofya yönünde; sağ kolda da Zağra* Karinabad* Dobruca* Silistre'ye doğru hedefler belirlenmişti. Uçların bu taksim şekli* eski Türk geleneğine bağlı olup ileride Rumeli'deki sancaklar sağ* sol ve orta kol sancakları olarak üçe ayrılacaktır.

I. Murad'ın saltanatı döneminde bu ilk üç istikametteki Balkanların başlıca yolları ve merkezleri* Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş bulunuyordu. Orta kolda Meriç vadisi* sağ kolda Tunca vadisi izlenerek Balkan dağları eteklerine daha 1366 yılında varılmıştı. Oradan Sofya'ya* 1385'lerde ulaşıldı. 1386'da Niş zaptolundu. Fetihler sürüp gitti. Osmanlılar birbirleriyle rakip olmaları yüzünden müttefik bulmada zorluk çekmediler. Mesela 1365-66'da Bulgaristan'ın kuzeyinden Macarlar ve Eflak Beyi tarafından istilaya uğraması* Bulgar Kralı Şişman'ı Osmanlılara tâbi hâle getirmişti.Diğer taraftan Osmanlılar Balkan anarşisi içinde birleştirici dinamik bir kuvvet olarak meydana çıktıktıkları zaman Bizans ve Balkanlar yalnız siyasî bakımdan değil* sosyal ve dinî bakımdan da derin bir ayrılık içindeydi. Merkezî otoritenin yokluğu* iç harpler* eyaletlerde senyörlerin toprak ve köylü üzerinde çok sıkı ve keyfî tasarruf ve tahakkümünün yerleşmesi sonucunu vermişti. Toprağa bağlı köylü* senyöre mahsul vergisinden başka bir takım angarya hizmetler de yapmak zorundaydı. Odun ve saman temini* öküzlerle senyör için haftada iki veya üç gün hizmet* bunların en yaygın ağırlarıydı. 

Çiftçinin toprağından kaçması ve senyörler arasında köylüyü kendi toprağına çekmek için rekabet ve mücadele* bu kötü şartların doğurduğu bir sonuç idi. Osmanlı yönetimi gelince* şu prensipleri tatbik ederek Balkanlarda adeta sosyal bir inkılabın temsilcisi oldu. Öncelikle bütün tarım toprakları üzerinde devletin yüksek mülkiyet haklarını tesis ettiler* başka bir deyişle toprağı sıkı şekilde devlet kontrolü altına aldılar. Mahallî senyöriyal hakları ilga ettiler ve mahallî senyörlükleri kaldırdılar. Bunun doğal bir sonucu olarak senyörlerin ve manastırların köylü üzerindeki angarya ve imtiyazlarını lağvettiler. Mesela odun* saman* taşıma* senyörün toprağında çalışma angaryaları karşılığında 22 akça çift resmi denilen bir vergi koydular. Feodal hizmetlerin suistimallere açık uygulamalarına karşı* bu kolay ödenebilir vergi* başlı başına bir inkılap olmuştur.

Kısacası Türk rejimi Bizans'ın son döneminde ve Stefan Duşan İmparatorluğu parçalandıktan sonra Balkanların büyük bölümünde ve Frank egemenliği altındaki Yunan topraklarında görülen feodalleşmeye karşı köylüyü etkili koruma altına alan* tarafsız* yerli halkın haklarına saygılı* kuvvetli bir merkezî idareyi ve onun getirdiği bir güveni temsil etmekteydi.
Balkan feodal dünyasında genel olarak devlet gücünün belli ölçüde yok olarak yerini senyörlerin dallanıp budaklanmasına ve birbirlerinin içine girmesine bıraktığı görülür. Buna karşılık* Osmanlı padişahı* veziriazam ve divanın yardımlarıyla köklerini imparatorluğun dört bir yanına kadar uzatan bir yönetim piramidinin tepesinde yer almaktadır. Merkezî iktidarın uygulayıcıları* yani ehl-i örfü* yargı gücünün temsilcilerini denetim altında tutmaktadır. Osmanlı devleti feodal sistemde olmayan bir dizi özellik arzetmekteydi. Tımarlardan yararlanma hakkının ancak hizmet karşılığı devredilmiş olması ve bu hakkın çiftçilerin bizzat kendileri üzerinde değil* reayanın devlete yükümlü olduğu mali haklar üzerinde tesis edilmiş bulunması* belirtilmesi gereken en önemli niteliklerdir.

Özelliklerini kısaca açıkladığımız bu yönetim düzenini kuran Türklerin başvurdukları fetih sistemi* komşu devletlerdeki hükümdarlıkları ele geçirip buralarda yerleşmek* sonra yerli hanedanları tedrici şekilde yok ederek o bölgeler üzerinde kontroller kurmaktı. Bu* o bölgedeki yaşayan ahalinin assimile edilmesi* ihtida ettirilerek kimliklerinin yokedilmesi demek değildir. Ortadan kaldırılan feodal yöneticilerdir. Türk yönetiminin iledi düzeni buradaki yerleşiklerin hayat şartlarında olumlu tesirler yapmıştır. Bu hususta da tımar sisteminin rolü büyüktür. Tımar sistemi bir yandan yerli ahaliyi etkilerken diğer yandan da merkezî otoriteyi getirdiği için Türk göçünü de kolaylaştırmıştır. Nitekim* tımar sisteminin uygulandığı bölgelerde Türkleşme uygulanmayan bölgelere göre daha fazladır. Bu iki yönlü gelişmenin örneklerini şöyle sıralayabiliriz:

Bir Arnavut tarihçi olan Selami Pulaha tarafından 1974 yılında Tiran'da yayınlanan 1485 Tarihli İşkodra Tahrir Defteri'ni (Defter-i Mufassal-ı Liva-i iskenderiye) incelediğimiz zaman ilk göze çarpan husus* yer ve şahıs adlarının orijinalitesini koruduğudur. Mesela II. cildin 5'inci sayfasında sekiz tane dinî ibadet yeri görülmektedir. Bunlardan beşi manastır* ikisi kilise* biri de keşişliktir. İpek nahiyesinde bir Müslüman* altı tane de gayrimüslim mahalle vardır. Aynı nahiyenin köylerinde de nüfus çoğunluğunu Müslüman olmayanların oluşturduğu görülmektedir. İpek nahiyesinde yerleşim merkezi olan manastırlar bulunmaktadır. Sayıları on kadar olan bu manastırların bir kısmının isimleri: Manastır-ı İstasi* Manastır-ı Şumti Bogovaç* Manastır-ı Nikola şeklindedir. Eserin 30'uncu sayfasında bulunan Karye-i Komnende de aynı manzara görülmektedir. 36'ıncı sayfada bulunan Kumaron nahiyesinde de bir manastır bulunmaktadır. 

Bu defterdeki örnekler Osmanlıların fethettikleri bölge halkını* dil* din ve ırk açısından serbest bıraktıklarının açık bir delilidir. Aslında Arnavutluk'a ait olan bu defterlerde Müslüman olmayanların çok oluşu* defterin ilk dönemlere ait olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Osmanlılar* İslamiyeti teşvik için bazı kıstaslar koymuşlardır. Yerli halkın bazı görevlere gelebilmesi için askerî kadroya girmek veya bazı görevlere gelebilmek için Müslüman olması gerekmektedir. Böyle olunca özellikle Arnavutluk ve Bosna gibi bazı bölgelerde zorlama olmaksızın dikkate değer ölçüde İslamlaşma görülmektedir. Ancak Arnavutlar ve Boşnaklar İslamiyeti kabul ettikleri halde milliyetlerinde bir değişiklik olmamamıştır. Yani Türkleşmemişlerdir. Nitekim Arnavut tarihçisi Selami Puhala bir çok araştırmasında bu hususu açıkça dile getirmektedir.

Dr. Gyula Kaldy-Nagy'nin 1971 yılında yayınlamış olduğu Kanunî Devri Budin Tahrir Defteri (1546-1562)* Macaristan'daki Türk hakimiyetini daha yakından tanımaya imkân vermektedir. "Nahiye-i Budun der liva-i Paşa" başlığı altında Nefs-i Budun'daki şahıs adlarının ve mahallelerin büyük bir kısmının gayrimüslimlerden oluştuğu görülmektedir. Halbuki daha sonra bahsedeceğimiz Sofya Tahrir Defteri'ne göre* Sofya şehrinde nüfus çoğunluğu Müslüman Türklerdir. Hatta defterin önsözünde de belirtildiği gibi bazı Macarca kelimelerin defterde kullanıldığı görülmektedir. Mesela biro=muhtar* diak= kâtip* varos= şehir... gibi.

Mc. Govan* Bruce W. tarafından 1983 yılında yayınlanan Sirem Sancağı Mufassal Tahrir Defteri* Osmanlılar devrinde Sirem'in nasıl yönetildiği hakkında geniş bilgi vermektedir. Belgede Türklerin fetih politikaları ile ilgili oldukça ilginç kayıtlar bulunmaktadır. Burada ilgimizi çeken husus* Osmanlıların en belirgin fetih ve yerleşme politikası olan; bir bölgeyi aşamalı olarak merkezî yönetim altına alma yöntemidir.
Sirem sancağının sakinleri Sırplar olduğu için yer ve şahıs adlarının çoğu Slavcadır. Sirem sancağında da nahiye ve köy adlarının büyük bir kısmı eski yer adlarının devamıdır ve yayınlayan tarafından da belirtildiği gibi çoğu Slavcadır. Burada Masanstır-ı İstari ve Kızıl Kilise gibi yerleşim merkezleri vardır. Sancağın İlok kasabası şehir merkezi olarak çoğunlukla Müslüman Türklerden oluşmaktadır. ancak az sayıda da olsa gayrimüslim isimlere rastlanmaktadır. Aynı kazanın köylerinden ikisi Müslüman Türk* 37'si gayrimüslim ve üçü de karışıktır. Müslüman Türk olmayan köylerin bir kısmında bir veya iki hane Müslüman Türk bulunmaktadır. Pek çok kazası olan Sirem sancağının öteki kazalarının da durumu İlok ile benzerlik göstermektedir.

Buraya kadar sıraladığımız örnekler* Osmanlıların Balkanlardaki egemenliği gerçekleşirken bugünkü bazı tarihçilerin iler sürdükleri gibi sistemli bir ihtida* yani İslamlaştırma politikası takip etmediklerine delildir. Nitekim Batılı bir Osmanlı tarihçisi olan Machicl Kiel* 1985 yılında yayınladığı Art and Society of Bulgaria in tihe Turkish Period adlı eserinde bu görüşleri aynen desteklemektedir. Zaten böyle bir zorlamayı gerektirecek bir davranışa yönelmeleri söz konusu olmazdı. Şöyle ki* 


1. Osmanlı devleti* Orta-Doğu İmparatorluklarının çoğu gibi bir takım kaynaklardan beslenen* özellikle eski Türk geleneğinden etkilenen bir yönetim anlayışını* İslami teoriye dayandırmıştı. İslam hukuku olan fıkıh* temel olarak Müslümanların ilişkilerini düzenleyen kurallar getirmiş olmasına rağmen Müslüman olmayanların da İslam halifesinin otoritesini tanıdıkları takdirde zimmî statüsüne alınarak hangi esaslara tabi olacaklarını belirlemişti. Yönetim açısından onların gayrimüslim olmaları* herhangi bir zorluk yaratmıyordu. O nedenle İslama davet ya da kendiliğinden hidayete erme* ancak sevinçle karşılanan bir olgu olarak değerlendirilmekte ve bu tür yeni din kardeşleri hüsnü kabul görmekteydi.
2. Balkanların fethinde biraz önce de açıkladığım gibi Osmanlılar "uç" geleneğinin itici gücünden yararlanmışlardı. Uç hayatının hoşgörülü* elektrik nitelikleri* zimmî denerek* padişahın koruyuculuğu altına alınan gayrimüslimlere karşı hinterlanddan daha toleranslı bir davranışa sebep olmaktaydı.
3. Ayrıca* gayrimüslimlerden alınan şerî vergi cizyenin* nakdî bir vergi olması dolayısıyla bu gelirler doğrudan merkezî hazineye aktarılabilecek cinsten olduğu için devletin bu açıdan da zorla İslamlaştırma politikası uygulaması söz konusu değildi.
4. Fethedilen ülkelerin yine İslamî teori açısından dârü'l-İslama* İslam toprağına dönüşmesinden dolayı buraları Türk-İslam nüfus açısından da yerleşmeye açık hale geliyordu. Nitekim gelişmenin bu ikinci yönünün bol sayıda delilini sıralamak mümkündür:

Fethedilen bölgelere Türk-İslam nüfusun akımı* başlıca şu yollarla oldu:
1. Osmanlıların Balkanlara geçip ilerlemeye başladıkları andan itibaren Türkmenlerin de orada yerleşmeye başladıklarını görüyoruz. Bu iş ilerledikçe buna uygun olarak Türkmen taifelerinin sayıları ve önemleri artmış* daha sonra da bunları askerî bir teşkilata bağlamak* kendilerine mahsus bir nizam ve kanun meydana getirmek gereği ortaya çıkmıştır. Bu vakıanın delillerini hem kroniklerde* hem de tahrir defterlerinde bulmak mümkündür. Mesela* Aşıkpaşazâde* daha 1335'de "Karesi vilayetine gelen göçer evlerin Rumeli'ye geçirildiğini* bunların bir müddet Gelibolu civarında sâkin olduklarını" kaydetmekte ve Hayrabolu'ya giderek yurt tutup gaza ile meşgul olduklarını ilave etmektedir. Bunu fethin ilerdeki safhalarında Balkanların bütün bölgelerinde görüyoruz.

Rumeli'de tamamen yayıldıktan sonra tahrirlerini ve yükümlülük altına alınmalarını kolaylaştırmak amacıyla* Türkmenler ya yoğun olarak bulundukları mevki ve merkezin adına* ya herhangi bir niteliklerine* ya da o cemaatin reisliğini yapan kişinin adına göre adlandırılmışlar ve resmî işlemlerde böylece tanınmışlardır. Diğer taraftan* bu Türkmen gruplarına göre ayrı ayrı defterler düzenlenmiş* bunların birer suretleri merkeze gönderilmiş* diğer suretleri de Türkmen beylerine verilmiştir. Daima başvurulan* gerektiğinde sureti çıkartılarak ilgili kişilere gönderilen bu defterler zaman zaman yenilenmiş yeni durumları tam ve doğru olarak aksettirecek yeni tahrirler yapılmıştır.


Sibirya Türkleri
__________________________________________________ ______
SİBİRYA BÖLGESİNDE YAŞAYAN TÜRK BOYLARI



Kumandi Türkleri

Tomsk vilâyetinin Bey ırmağı havzasında yaşarlar. Çiftçilik ve hayvancılıkla geçinmektedir. Şaman dininden olup* nüfusları 100.000 civarındadır.

Tobol Türkleri

Güney Sibirya'da İrtiş ve Tobol havzalarında yaşamaktadırlar. Nüfuslan bilinmemektedir. Haklarında bilgi çok azdır.

Batı Sibir Tatarları

Obi nehrinin kolu olan Tobol nehri ile Altay ve Hakas Türk Cumhuriyetlerinin bulunduğu bölgeye kadar olan Güneybatı Sibirya'da yaşamaktadırlar.

Özellikle Obi* İrtiş ve Tobol nehri vadilerinde ve bu vadilerde bulunan ToboJ* Tümen* Oms* Tomsk* Novosibir* İrkutsk* Arhangelsk* Çikitinks* Kemerova ve Barabba şehirlerine yerleşmişlerdir. Kazan Tatarları ile yakın akrabadırlar. Nüfuslan 350.000 civarındadır.

Telengit Türkleri

Altay Türklerinin bir kabilesidir. Altay dağlarının güney yamaçlarında Teleski gölü civarında yaşamaktadırlar. Şaman dinine bağlı olup nüfusları 5 bin civarındadır.

Şor Türkleri

Güney Sibirya'da Hakas Türk Cumhuriyeti'nin batısında Kemerova vilâyetinde yaşamaktadırlar. Aynı bölgede yaşayan Televüt Türkleri ile iç içedirler. Nüfusları 16.800 civarındadır. Bunların 12 bini Kemerova şehrinde diğerleri Kemerova'nın kaza ve köylerinde yaşamaktadırlar. Nüfusları gittikçe azalmaktadır.

Yaşadıkları bölge SSCB tarafından bilinçli geri bırakılmış* sosyoekonomik ve kültürel sorunlar çözülmemiştir. Bölgede Türk yerleşim birimleri susuz* elektriksiz ve yolsuz bırakılmıştır. Sor Türklerinin elinden topraklan alınmış* kömür ocaklarında çalışmaya mahkûm edilmiştir.

1917 yılma kadar kendi alfabelerini kullanan Şorlara Ruslar zorla Kiril alfabesini kabul ettirerek kültürlerini yok etmeye çalışmışlardır. Bunun sonucu 16.800 Sor Türkü'nden sadece ana dilini bilen 900 kişi kalmıştır.

Sor Millî Hareketi* özellikle Türk milliyetçiliği ve kültürü muhafaza üzerinde çalışmalar yapmaktadır.

Pedagoji enstitüsünde son yıllarda açılan Sor dili bölümü* Rusya Federasyonu'na rağmen eğitimini sürdürmeye çalışmaktadır.

Semey nükleer poligonunda yapılan nükleer denemeler* kömür ocaklarından çıkan radyoaktivite ve kömür tozları Televütler gibi Şorları da etkilemiş* çok sayıda çocuk hasta ve sakat doğmuş* ölüm oranlan artmıştır.

Bütün bunlara rağmen ata folklorunu* kültürünü ve dilini kanlarında saklayarak* Türk kimliğini unutmadan bugünlere gelmesini başarmışlardır.

Televüt Türkleri

Telengitlerin bir kabilesidir. Güney Sibirya'da Kemerova vilâyetinde yaşamaktadırlar. Bir zamanlar on binlerle ifade edilen sayıları bugün 2.800 kişiye düşmüştür. Bunun 2500'ü Kemerova'da diğerleri ise Kemerova'nın köylerinde yaşamaktadır.

Televüt Türklerinin nüfuslarının bu şekilde azalmasının en büyük sebepleri Rusya Federasyonu'nun uyguladığı asimilâsyon politikası ile birlikte* 1943-53 yılları arasında nükleer denemelerin sıklıkla yapıldığı Seney nükleer poligonunun bölgede bulunmasıdır. Bu nükleer denemeler sonucu binlerce kişi hastalanmış* ölmüş* çocuklar sakat doğmuştur.

Diğer bir sebep Televüt topraklarında bulunan zengin kömür ocaklarıdır. SSCB zamanında toprakları bu kömür yüzünden elinden alınan Televütler yoksulluğa itilerek kömür ocaklarında çalışmaya mecbur edilmiş* kömürün taşıdığı radyoaktivite ve kömür tozlan ile yaşamaya mahkûm edilmiştir.

Bunun sonucunda kanama hastalığı (hemofili) Televüt Türklerine illet olmuş* yol* su* elektrik* sağlık ocağı olmayan bölge Rusya tarafından ölüme terk edilmiştir.

Nükleer felâket* kömür ve hemofili Televüt Türklerini yok olma tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir. Televütler Altay Cumhuriyeti'ne göç etme hazırlığı içerisine girmişlerdir.

Dolgan Türkleri

Güney Sibirya'da Şor Türkleri ile komşudurlar. Özellikle Krasnoyask vilâyetine bağlı Dolgan-Nenets muhtar bölgesinde yaşamaktadırlar. Saha Federe Türk Cumhuriyeti'nde yaşayan birçok Dolgan (Sahalaşmış-Tunguz) Türk'ü bulunmaktadır. Nüfusları tahminen 5 binin üzerindedir.

Tofa Türkleri

Moğolistan Cumhuriyeti kuzeyinde* Baykal gölünün doğusunda bulunan İrkuts vilâyetinde yaşamaktadırlar. Nüfusları kesin olarak bilinmemekle birlikte 2.000 kişilik bir kabile olduktan tahmin edilmektedir. Türkçe konuşmaktadırlar.

Kumarı Türkleri

Şor'da yaşamaktadırlar* nüfusları 6 bin kişi civarındadır



Moğolistan Türkleri

Moğalistan Çin egemenliğinde uzun bir sıire yaşadıktan sonra 1924'te "Moğolistan Halk Cumhuriyeti" olarak kurulmuştur. Mogolistan* Türklerin tarihinde ve geçmişinde önemli yer tutmuş ve ilk Anayurtlarının bir parçası olmuştur. Ayrıca Türklerin ilk bilinen yazılı metinleri Orhun Yazıtları (Kitabeleri) ve Yenisey Nehri kıyısındaki Kırgızların mezar kitabeleri 731-732 bu bölgededir. Bu anıtlar Bilge Kağan ile Kültiğin adına dikilmiş Yuluğ Tiğin tarafından yazılmıştır. Türklerin birleşik Hanlığı Moğolistanda 546 da Orhon Nehri kıyısında kurulmuştur. Bölge 840'ta Uygur Türkleri'nin egemenliğine geçmiştir. Moğol îınparatorluğunun çökmesi sonucu Uygur Türkleri'nin topraklan 1644-'ten 1911'e kadar Mançu Hanedanı'nın egemenliğine geçmiş ve burada Kazak* Urianhay vr Hoton boyları arasında yedi Türk toplumıı yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ayrıca bölgede Özbek ve Uygurlar da az sayıda bulunmaktadır.

Bugün Moğolistan Halk Cumhuriyeti içinde 152.000 kadar Türk Halkları oldugu tahmin edilmektedir.
120.000 Kazak* 26.000 Urianhay* 6.000 Hoton* Türk dili konuşan ve Türk kökenli hane halklarıdır.

Türk Halkları çoğunlukla ülkenin Kuzey ve Kuzeybatısında yaşamaktadırlar* Moğolistan Anayasasının ırk* cins* milliyet* din gözetilmeksizin eşit haklar verdiği sanılmaktadır. Ve Moğol Anayasası'nda Türklere siyasal* ekonomik* sosyal halkların verildiği yazılmaktadır. Hatta Sovyet Kazakistan'ından buraya öğretmen* doktor* getirildiği kaynaklarca doğrulanmaktadır.

Bu bölgede ki Kazaklar hayvancılıkla uğraşmakta ve çiftçilik yapmaktadırlar. Bölgedeki Kazaklar milli kültürlerini korumaya büyük çaba göstermişlerdir.
Moğolca konuşan ve Altay dağlarında yaşayan Urihanhay'lar ve Hotonlar. hayvancılık ve avcılıkla geçimlerini sağlarlar.

Moğolistan'da 14 yaşına kadar eğitim zorunludur. 11 yıllık tarım ve sanayi okulları vardır. Okullarda Kazak programları * Moğol programlarının yanında uygulanmaktadır.

1986 verilerine göre Kazak bölgesinde dokuz ilkokul* onaltı ortaokul* bir de öğretmenokulu'nun olduğu kaynaklarca doğrulanmaktadır. Buradaki öğrenciler genellikle Kazakistan Cumhuriyeti Üniversitelerine* Alma-Ata'daki teknik okullara gitmektedirler.

Moğalistan'da din ve devlet işleri ayrı olup herkesin ibadet özgürlüğü bulunmaktadır. Türk halklarına ait camiler bulunduğu gibi Şamanizm ve Ataizm izlerine de rastlanmaktadır.

Eğitimde Kiril Alfabesi'ni kullanmaktadırlar.




Nogay Türkleri


Nüfus 
: 1.030.000

Bulundukları başlıca şehirler :
Rusya Federasyonuna bağlı Astarhan* Terek* Kızılyar * Açıkulak* Perekop* Çelyabinsk j Bulgaristan'ln Şumnu* Dobruca ve Türkiye'nin Ankara -Polatlı * Şereflikoçhisar * Konya-Kulu * İstanbul* osmaniye* Adana* Çorum* Eskişehir * Bursa* Kütahya Gaziantep* Isparta-Senirkent şehirlerinde yaşamaktadırlar .

Siyasi ve idari konumları : Bulundukları ülkenin idari yapısına uymaktadırlar .

TARİHÇE
Türk tarihinde Nogay sözüne ilk olarak Altınordu devletinde rastlanır. Nogay Han * üstün kabiliyeti * büyük teşkilatçılığı sayesinde Altınordu devletinin en yüksek mevkilerine çıkar. Nogay Han'a tabi olan Türk toplulukları onun adını almışlardır. Nogaylar* 13. yüzyıla kadar* Deşt-i Kıpçak'ta ( Kıpçak çölünde ) göçebe hayatı .yaşadılar. Birleşik bir hayat süren Nogaylar çeşitli sebeplerden dolayı daha
sonra dağıldılar. Bir kısmı mekan değiştirirken kalabalık bir kısmı diğer Türk boyları arasında eridiler.

BUGÜNKÜ DURUM
Erimeden günümüze kadar kalan Nogaylar ; Hazar bozkırında* Kuzey Kafkasya'da* Kırım'da * idii-Ural havzasında * Batı Türkistan'da ve Litvanya'da * Dobruca'da* Deliorman bölgesinde ve Türkiye'de yaşamaktadırlar.

1) Hazar Bozkırı Nogayları :

Aşağı itil'in geniş deltasında Astarhan çevresindeki köy ve kasabalarda* Kalmukya'nın güney kesimine düşen Kuma çayının
kuzey yöresinde bulunurlar. Kendi ağızlarını unuttukları için Kazanlı diye de adlandırılırlar. Buradaki başlıca toplulukları 11 Kara ağaçlar ( Karagaş) 11 ve Kundurlardır.

2) Kuzey Kafkasya Nogayları :

Kafkasya'da beş bölgede yer alırlar. Dağıstan'ın Kuma ile Terek akarsuları arasında kendi adlarıyla anılan bozkırda * özellikle Kızılyar yöresinde * Hasavyurt ve Açıkulak kazalarında kalabalık bir topluluk halinde bulunurlar.

3) Kırım Nogayları :

Nogaylar Kırım yarımadasının kuzeyindeki ovalık alan ile dağlık kesimin kuzey eteklerinde* Perekop kasabası çevresinde * kuzeydoğuda Azak denizine dökülen çaylar ( Tolmak* Bedri vb. ) boyunda yaşamaktadırlar.

4) İdil-Ural Havzası Nogayları :

Burada Tatarlar arasındaki ** Nogaylar'' ( Nagaybaklar )* küçük bir etnik topluluktur. Günümüzde Başkurdistan'da ve Başkurdistan'ın kuzeydoğu komşusu Çelyabinsk vilayetinin Yukarı Ural çevresinde yaşamaktadırlar. Nogaybaklar* Kuzey ( Kıpçak ) Türkçesinin Başkurt unsurlarının da karıştığı Tatar ağzıyla konuşurlar. Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebindendirler. Başkurdistan'daki Nogaylar* Kuzey Türkçesi'nin Başkurt ağzıyla konuşurlar.

5) Batı Türkistan ( Kazakistan ) Nogayları :

Bu büyük bölgenin Kazaklar arasındaki Nogaylar'ı* onların boy düzeninde * Orta ve Kiçi ( Küçük ) cüzlerde bulur)urlar. Orta cüzdekiler* şecereye göre * Kongırat kolunun Camanbay'ından gelirler. Buradaki Nogay'dan da Satıbaldı* Tokas* Şahan uruk- Iarının ataları çıkmıştır. Kazakistan'daki Nogay obaları* şimdi Kızılorda .tümeninin Canga-Korgan yöresinde yaşamaktadırlar. Hepsi Kuzey Türkçesinin Kazak ağzıyla konuşurlar.

6) Kırgızistan Nogayları :
Kırgızlar arasındaki boy düzeninde Ön-Kol'a bağlı Çirik boyunun ** Nogay'' adlı bir oymağı vardır. Onlar* Kuzey Türkçesi'nin Kırgız ağzıyla konuşurlar.

7) litvanya Nogayları :

Polonya'nın kuzeyinde ve Baltık denizinin doğu yanında yer alan bölgede yaşarlar. Nogaylar'a ''Litvanya Tatarlar''ı da
denir.Buradaki Nogaylar sadece dinlerini (İslam'l) muhafaza edebilmişlerdir.

8) Romanya Nogayları :

Yüzyıllarca önce* Karadeniz'in batı kıyılarına göçmüş bulunan Nogaylar*çağımızda Tuna ırmağı deltasının sağ yöresindeki Dobruca bölgesinde ( Köstence ili ) dağınık olarak yaşarlar.


9) Bulgaristan Nogayları :
Tuna'nın güneyindeki Deliorman bölgesinde *Şumnu (Kolarovgrad ) çevresindeki köylerinde yaşarlar.

10) Türkiye Nogayları :
iki yüzyıl önce Türkiye'ye gelmiş Nogaylar'ın ÇOğU Orta Anadolu'ya yerleştirildiler. Bugün Nogaylar * Ankara'nın Polatlı ve Şere- flikoçhisar ilçelerinin bazı köylerinde* Konya'nın Kulu ilçesinin bazı köylerinde* İstanbul* Osmaniye* Adana* Çorum* Eskişehir* Bursa* Kütahya* Gaziantep ve Isparta'nın Senirkent ilçesinde yaşamaktadırlar.

NOGAYLILARIN NÜFUS DURUMU 
Hazar Bozkırı 135.000
Dağıstan 147.000
Stavropol 163.000
çeçen-inguş 125.000
Karaçay-Çerkez 35.000
Azak Doğusu 170.000
Litvanya 15.000
Dobruca 90.000 

Türkiye 150.000

Toplam 1.030.000



Türk Bayrağı'nın Tarihçesi

Türkiye, Türklük ve Türk Tarihi


  
Arrow Türk Bayrağı'nın Tarihçesi


Türk Bayrağı'nın 1. Kosova Savaşı (28.07.1389) sırasında savaşta ölen Türk askerlerin kanının bir çukurda toplanması sonucunda; ay ve yıldızın yan yana gelmesi ile oluştuğu söylenmektedir. Yapılan tüm varsayımlar arasında, 1. Kosova Savaşı'nın sebep olması en büyük ihtimallerden biridir çünkü 28.07.1389 akşamında gökyüzünde Jüpiter ve Ay yan yana gelmiştir.

28 Temmuz 1389 Kosova'da gökyüzünün geceyarısı görünümü -


Türklerin ilk kullandıkları bayrağın rengi ve şekli hakkında kesin bir malumat yoktur. Ancak Orta Asya tarihi hakkındaki bilgilere dayanarak İslamiyet’ten önceki Türklerde Tuğ adı verilen bayrak veya sembollerin kullanıldığı bir gerçektir. Siyahtan kırmızıya kadar; mavi, sarı, yeşil, beyaz gibi çeşitli renklerde semboller kullanmış olan eski Türkler, bir mızrağın ucuna bağladıkları, umumiyetle ipekten yapılmış bu alametlere batrak, badruk, bayrak gibi isimler verdiler. Dokuzuncu asırdan itibaren kitleler halinde Müslümanlığı kabul eden Türkler de çeşitli bayraklar kullandılar. Bu bayraktaki en büyük özellik, İslami motif ve unsurların ön plana geçmesiyle birlikte, milli motif ve sembollere de yer verilmesi idi. İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Gazneliler’in bayraklarında, yeşil zemin üzerinde beyaz hilal ve kuş resimleri vardı. Karahanlılar’ın bayraklarında al renk üzerinde dokuz tuğ resmi bulunuyordu. Diğer Müslüman Türk devletleri de çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullandılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk yıllarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullandılar. Bu bayrak Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmişti. Selçuklularda hanedan rengi olarak kabul edilen al renkli bayraklar da vardı. Haçlı seferlerine göğüs geren Selahaddîn-I Eyyübi'nin bayrağı san renkli olup, üzerinde hilal bulunuyordu. Bu şekil hem bu devletin bayrağı, hem de Avrupalılar tarafından İslamiyet’in sembolü olarak kabul edilmiştir.

Osmanlılar zamanında da çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. Osmanlılarda bayrak; padişahı, dolayısıyla devleti temsil ederdi. Zira padişah, devleti temsil etmekteydi. Padişah bayrak ve sancaklarını, Emir-i Âlem denilen pasa ile bunun maiyetindeki saltanat sancaklarıyla mehterhane takımını ihtiva eden bölükler taşırdı. Ayrıca her ocağın, her birliğin hatta her ortanın (taburun) ayrı sancağı vardı. Sancaklar da çeşitli renklerde kullanılmıştır. Yeşil ve kırmızı renklerin hakim olduğu bayrak ve sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi kırmızı daha doğrusu al idi. Al renk, doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi. Padişahın yorganı, çarşafı, yastığı al renkteydi. Al renk esasında Selçuklularda da hanedan rengi olarak kabul ediliyordu. Osmanoğulları, Selçukoğullarının meşru varisleri olarak bu rengi devralmışlardır. Bu husus al renge tamamen bir milli karakter vermiştir ki, bugün de devam etmektedir. Selçuklularda bu rengi selefleri olan Karahanlılardan almışlardı. Kırmızıyı süsleyen ayin menşei ise destanlar dönemine kadar dayanır. Yıldız ise daha sonraki devirlerde konulmuştur.

Osmanlıların ilk bayrağı, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mes'üd tarafından Osman Bey'e gönderilen hediyeler arasındaki beyaz renkli bayrak idi. On dördüncü asırdan itibaren çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı. Kamüs-ül-a'lam'da bildirildiğine göre, Osmanlı sancağının rengini ve (bugünkü ayyildızlı Türk bayrağının) seklini tayin eden, sultan birinci Murad ve Yıldırım Bayezîd devirlerinde yaşayan Tîmürtas Paşa’dır. Bu asırda Osmanlı donanmasında ve azap kıtalarında kırmızı; yeniçeri kıt'alarında beyaz bayraklar kullanıldığı, Fatih Sultan Mehmet'in muasırı olan tarihçi Türsün Bey'in ifadelerinden anlaşılmaktadır. On beşinci asırda Osmanlıların kırmızı bayraklar kullandıkları, Asıkpasazade'nin Alaşehir’de dokunan bir nevi al kumaştan bayrak ve hil'at yapıldığı hakkındaki kaydında yer almaktadır. Muhtelif kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre, Osmanlılar kuruluştan İtibaren diğer İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, çeşitli bayraklar kullandılar. On beşinci asırda padişaha ait sancaklardan başka çeşitli askeri birliklere ve büyük devlet adamlarına, beylerbeyi, sancakbeyi, donanma kumandanı ve reisleriyle azap ocaklarına ve ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayrak ve sancaklar vardı. Bu bayrakların ve sancakların üzerinde muhtelif sekil ve yazılar bulunurdu. Yeniçeri ocağının muhtelif ortalarının (tabur) kendileri ne mahsus nişanları vardı. Kışlaların kapılarına asılan ortaların bayraklarına bu alametler nakşedilirdi. Bu asırda yeniçerilere ak, sipahilere kırmızı, silahdar bölüğüne san, orta ve aşağı bölüklere alaca renkli olarak verilen bayraklar bu birliklere verilen sancak mahiyetinde idi. Çünkü Osman Gazi'den İtibaren Kanuni Devri de dahil olmak üzere padişahlara mahsus olan bayrak beyaz renkli idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerinde, otağının önüne hakimiyet alameti olan beyaz ve kırmızı renkli bayraklar dikilmişti. Ayrıca Yavuz Sultan Selim zamanında, bugün Topkapı Sarayı mukaddes emanetler dairesinde bulunan, Peygamber Efendimize ait olan Sancak-ı Şerif Osmanlılara geçti. Asırlardır muhafaza edilen Sancak-i Şerif kılıf içinde bulundurulur, asla açılmazdı. Sefer-i hümayunlarda padişahlar beraberlerinde ***ürürlerdi. Halifelik alametlerinden biri olan Sancak-ı Şerif, devleti son derece tehdit eden hallerde ve isyanlarda padişahîn emriyle çıkarılır, millet, asilere karşı Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağrılırdı. Bu suretle millet birlik içinde hareket ederek isyanı bastırırdı.

Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran seferinde ilk defa olarak kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra da hemen her zaman sık sık kullanılmıştır. Osmanlılar; hilafete de sahip olduklarını göstermek için kullandıkları yeşil renkli sancak, Barbaros Hayreddîn Pasa ve Utul Ali Reis'in donanmalarında da kullanıldı Sultan I. Mahmut devrinde donanma bayrağı olarak kabul edildi.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde de beyaz, alaca, kırmızı ve san bayraklara siyah ve yeşil renkliler ilave edildi. Doğrudan doğruya padişahın hassa kuvvetini teşkil eden kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle saltanat sancakları sayılırdı. Macaristan seferine çıkan ve orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrahim Paşa’ya; beyaz, yeşil ve sarı renkte üç sancakla iki kırmızı, iki de alaca bayrak verilmesi bu hususu ispat etmektedir. Topraklı süvarinin yukarısı yeşil, aşağısı kırmızı renkte olmak üzere iki renkli bayrağı vardı.

Osmanlı ordusunda olduğu gibi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. On besinci asırda genellikle kırmızı renkli bayraklar kullanıldığı halde on altıncı asırda kumandana mahsus bayrağın yeşil, derya beylerinin ise beyaz, kırmızı, sarı, sarı kırmızı, ufki çizgili alaca bayraklar kullandıkları görülmektedir. Bu asırda ticaret gemilerinin beyaz bayraklar taşıdıkları da bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Daha sonraki asırlarda da kaptan paşalara mahsus olan bayrak yeşil idi. Gemi sancaklarında en ziyade kırmızı renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da kullanılmıştır. Bunların kimlere ait olduğu üzerlerindeki şekillerden anlaşılırdı. Sultan I. Mahmut devrinden sonra donanmada daha çok yeşil sancaklar kullanılmaya başlandı.

Kalyonların kıç sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus forslar da yeşil zemin üzerinde Zülfikar ve hilal şekillerini ihtiva ederdi. Sultan III. Selim zamanında ordu ve donanmada yapılan yeni düzenlemeler esnasında bayraklar üzerindeki hilal şekline, sekiz köseli yıldız ilave edildi. Bayrak meselesinin belirli esaslara bağlandığı bu devirde, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayraklar tespit edildi. Padişaha mahsus gemiye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde Sultan III. Selim’in tuğrası vardı. Ticaret gemilerinin taşıdığı bayrakların renk ve şekillerinin tespit edildiği bu dönemde, Cezayir Beylerbeyi’nin, üst köşesinde beyaz renkte sarıklı bir insan başı bulunan kırmızı bayrağı vardı. Bu dönemde kumandan forsları yeşil olup, beylerbeyliğe ait ticaret gemilerinin bayrağı; yeşil, beyaz, kırmızı üç ufki parçadan meydana gelmişti. Tunus ve Cezayir ticaret gemileri ortası yeşil olmak üzere iki mavi, iki kırmızı, beş ufki parçadan meydana gelen bayraklar taşıyordu, Trablus Beylerbeyi ile İstanbul limanına mahsus sancak, üç hilalli olup yeşildi. Sultan III. Selim devrinde kurulan Nizam-i Cedîd Ordusu kıta’ları için ortasına sarı sırma ile bir hilal yahut ortadaki hilalden başka dört kösesine de hilaller islenmiş kırmızı veya fes rengi bayraklar kullanıldı.

Sultan II. Mahmut zamanında da bayrak şekilleri hemen hemen aynı devam etti. Ancak bu devirde kalelere ve hükümet binalarına ********lı al sancak çekildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine bunlara ait hususi bayrakların kullanılmasına son verildi. Yeniçeriler arasında çok yayılmış olan yeniçeriliği ve Bektaşiliği hatırlatan bir takım kelimelerle birlikte bayrak kelimesinin kullanılması da yasak edildi. Bunun yerine sancak kelimesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi.

Yeniçerilerin son zamanlarında genellikle kırmızı renkte, üzerinde beyaz bir pençe, bir Zülfikar ve bir daire sekli bulunan çatal uçlu bayraktar kullanıldı.

Sultan II. Mahmut tarafından kurulan Asakır-i Mansüre-i Muhammediyye'ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şahadet veya fetih ayetleri bulunan siyah bayraklar yapıldı. Siyah rengin tercihi Peygamber Efendimizin Ukab adli meşhur siyah sancağının rengini taklit etmek maksadıyladır.

İkinci meşrutiyetin ilanına kadar orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını taşıyan sırma saçaklı çeşitli alay sancaktan kullanıldı ve ondan sonra da bu adet devam etti. Bu sancakların rengi umumiyetle kırmızı idi.

Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda İlk defa 1793'de devletin resmi bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız, sekiz köseli idi. Bu bayrak Osmanlı Devleti'nin resmi ve umumi sembolü olarak kullanıldı. Sultan I. Abdülmecit zamanında 1842'de yıldızın beş köseli olması kararlaştırıldı ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti. Bu devirde padişaha ait tuğralı sancaktan başka hükümdarın gemileri ziyaretinde kullanılan, ortasında güneş ve dört kösesinde de şualar bulunan bir sancak daha vardı. Kaptan paşaya mahsus sancakta; bir hilal ile sekiz köseli yıldız mevcuttu. Osmanlı hâkimiyetinde bulunan, Tunus, Eflak, Boğdan beyleri ile Sırp prensliğinin özet bayraklarında; Osmanlı bayrağının kırmızı rengiyle birlikte mavi, beyaz, san gibi mahalli renkler de kullanılırdı. Tunus beyinin sancağının, ortasında kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz daire içinde kırmızı hilal ve yıldız sekli mevcuttu. Sırp, Eflak ve Boğdan beylerbeyleriyle Sisam adasına ait hususi bayrakların üst köselerinde, Osmanlı hâkimiyetinin sembolü olmak üzere, kırmızı zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı, Eflak bayrağı İle mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikincisinde de bir öküz başı mevcuttu.

Sultan Abdülaziz zamanından başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte sekiz suali bir güneş içinde alınması adet oldu. Sonradan bu bayrağın rengi vişneçürüğü olarak değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.

Sultan II. Abdülhamit zamanında Cuma namazı münasebetiyle yapılan selamlık resminde hilafete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz ile işlenmiş dört köşe bir çerçeve içinde; bir tarafında Fetih süresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilalli bir sancaktı.

1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılması üzerine halifeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz suali beyaz bir güneş içindeki saltanata mahsus bayrak kaldırıldı ve kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden sancak kabul edildi. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 25 Teşrin-i Evvel 1925'de bir sancak talimatnamesi çıkarılarak, harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul olundu. 29 Mayıs 1936 tarih ve 2994 sayılı Kanunla Türk Bayrağı’nın şekli ve ölçüleri kesin bir şekilde tespit edildi. 28 Temmuz 1937 tarih ve 2/7175 sayılı Kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük ( Türk Bayrağı Nizamnamesi ) ile de Türk Bayrağı'nın kullanılışı kural altına alı






30 Ağustos Zafer Bayramı (THT farkı)

Türkiye, Türklük ve Türk Tarihi


30 Ağustos Zafer Bayramı (THT farkı)


Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla yurdumuz tamamen elimizden alınıyor, vatanımızda hür olarak yaşama hakkımıza son veriliyordu. Yüzyıllardır üzerinde bağımsız olarak yaşadığımız bu topraklar düşmanlara veriliyor, bizim de bunu kabul etmemiz isteniyordu.
Türk milletinin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. 19 Mayıs 1919'da Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasının ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı. Daha sonra 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Atatürk, 23 Nisan 1920'de TBMM'yi kurdu. Böy-lece hem memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş Savaşı'nın merkezi Ankara oluyordu.
TBMM meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. "Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşü"nden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı. Oluşturulan düzenli ordularla savaşa girildi. İlk başarı, Doğu'da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde, Yunanlılarla, I. İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı. Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılar'a büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan ordusu yeniden saldırıya geçti. Saldırı üzerine Mustafa Kemal, or-dularına: "Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." emrini verdi.
Türk askeri, büyük bir azim ve fedakârlıkla bu karara uydu. 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesiyle, Türk milleti 1699 Karlofça Antlaşmasından beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu. Sakarya Savaşı, Türk milletinin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal'e "gazi" unvanı ve "Mareşal" rütbesi verildi.
Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı'ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı.
1922 yılı Ağustosuna kadar, hazırlıklar tamamlandı. Güneydeki Türk birlikle-ri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydmld". İstanbul'daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silâhlar satın alındı. Ordumuza taarruz eğitimi yaptırıldı. Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal'in başkomutan-lığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis'te vardı.
Bu savaş, Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık
Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.
Büyük Tarruzun başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir'e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Hain düşmanın, haksızca ve alçakça işgaline "dur" diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya ispatlayan bu büyük zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, bayram yaparak kutluyoruz.

Şiirler:

30 AĞUSTOS

Her yıl bugün olur, Otuz Ağustos 
İçime bir ordu havası dolar. 
Başlar dimdik, gözler çelik, yüzler pos, 
Bayrak imil imil, geçer ordular...

Geçer tunç adımlar demir göğüsler, 
Geçer Mehmetçikler, geçer subaylar, 
Hepsinin alnında zaferden süsler. 
Geçer hayalimde bir bir alaylar.

Geçer toplar, geçer atlar, yağız, al, 
Geçer dağlar, geçer yollar, şehirler... 
Yangınlar üstünde ince bir hilal!.. 
Yaralılar düşe kalka geçerler.

Çılgın bir istekle bu şan akını 
Afyon'dan, İzmir'e kaçlar çağıldar. 
Unutmuş at gemi, kılıçlar kını, 
Can canı unutmuş zafere kadar.

Ne var bu dünyada sana yakışan, 
Alnında bir zafer sabahı kadar; 
Sen Mehmetçik, söyle büyük kahraman, 
Sana zafer kadar yakışan ne var?

Her yıl bugün olur, Otuz Ağustos, 
İçime bir zafer havası dolar. 
Başlar dimdik, gözler çelik, yüzler pos, 
Bayrak imil imil, geçer ordular...
Ahmet Kutsi TECER
*************************************

30 AĞUSTOS
Hasmın diş geçiremez artık senin etine, 
Çünkü seni koruyan çelik kanatların var. 
O havada dolaşır, iner ve çıkar yine, 
Yurda zarar verecek birer tehlike arar.

Bu azim, iradeyle artık korkma yarından, 
Tuttuğun her iş böyle sonuna varacaktır. 
Her yıl göğe katılan çelik kanatlarından 
Bugün gurur duyarak, göğsün kabaracaktır.

Arkadaş, candan kutla büyük zafer gününü, 
Madem ki sen bir Türk'sün ve bu yurdun malısın. 
Bir zafer elde eden günün büyüklüğünü, 
Ta içinden, etinden, kanından duymalısın.
Ferit Ragıp TUNCOR
*************************************

30 AĞUSTOS
Kocatepe'nin büyük düşünceleri, 
Doğuyor kalplere aydınlık, zamanlı. 
Uyku tutar mı ağustos geceleri, 
Bu ay cümle fetihlerle heyecanlı, 
Heyecanlı hey.

Mustafa Kemâl'in dudağında eli, 
Gözlerine vurmuş vaktin en güzeli. 
Bu dağlar, askeri deli eder deli. 
Vermiş omuz omza destanlı destanlı, 
Destanlı hey.

Hazır ol vaktinde şafaklar!
Hazır, yürümeye topraklar, 
Tepe tepe kımıldanıyor...

Endişeli, uzakların benzi uçuk, 
Düşman, düşman ama çocuk kadar küçük. 
Yirmi altı ağustos, saat beş buçuk.
Dram, Dumlupınar'da başlıyor, kanlı, 
Alkanlı hey.
Mustafa Necati KARAER

*************************************
30 AĞUSTOS
Bugün güneş sevinçli, gülümsüyor yurduma, 
Vatanı saran düşman ermiş muradına,
Bakın nasıl kaçıyor hiç bakmadan ardına, 
Zafer Türk milletinin, kavuştu öz yurduna.

Dört yıl gece gündüz savaşmıştık durmadan, 
Rahat nefes almadık vatanım kurtulmadan, 
Önümüzde altın saçlı ay bakışlı kumandan, 
Düşmanları mahvettik silahımız olmadan.

Kadın, erkek yanyana, taş, değnek, kürek ile, 
Düşmanları kovarken tepeler geldi dile, 
Ölüm korkusu yoktu, ölürken bile bile, 
İşte bu ruh bizleri destan etmiş dillere.
Nasile DEMİR
*************************************


1 yorum:

  1. Kadir Taşkıran – Turkish Information And Security: Relaxhackteam -Türkiye, Türklük Ve Türk Tarihi Kategorisi- (Rht) Yardımmerkezi >>>>> Download Now

    >>>>> Download Full

    Kadir Taşkıran – Turkish Information And Security: Relaxhackteam -Türkiye, Türklük Ve Türk Tarihi Kategorisi- (Rht) Yardımmerkezi >>>>> Download LINK

    >>>>> Download Now

    Kadir Taşkıran – Turkish Information And Security: Relaxhackteam -Türkiye, Türklük Ve Türk Tarihi Kategorisi- (Rht) Yardımmerkezi >>>>> Download Full

    >>>>> Download LINK Gi

    YanıtlaSil